Hatıra yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır der Andre Gide… Sonrakiler, bu kurtulanlardan ibret alarak inşa ederler yarının tarihini… Bugün yaşananlar dünden, yarın yaşanacaklar ise bugünden bağımsız olmadığı (yani tarihte mutlak anlamda bir kopuştan/kesintiden bahsedilemeyeceği) için mühimdir tarih bilmek… Hatıra(t)lar bu bilme arzusunun tatmin edilmesi için hayati önemi haiz metinlerdir. Akademik tarih anlatısının soğuk, hiyerarşik, kronolojik ve sistematik doğasına karşı hatıra(t)lar akıcı, içten ve ayrıntı zenginliği bakımından ilgili dönemin zihinsel-sosyal gerçekliğine nüfuz etme imkanı barındıran eserlerdir… Bir kişinin gözlemleri-tanıklıkları-tahlilleri olması münasebetiyle zaman zaman objektiflikten uzaklaşmaları hatıraların zaafı olarak zikredilebilir.
Bu girizgahı yakın tarihimizin milliyetçi/mukaddesatçı zaviyeden oldukça ayrıntılı fotoğrafını çeken Zübeyir Yetik’in “Geçmişten Notlar” adlı hatıralarına dikkat(ler)imizi celbetmek için yaptım… Hatırat 2008 yılında Beyan Yayınları’ndan çıkmış. Aradan on dört yıl geçtikten sonra bu hatıratı gündeme neden taşıdığımı merak edenler çıkabilir. “Türkiye’nin bugününü anlamak için dün olup bitenlere nazar etmekte fayda olduğuna inandığım için” diyerek meraklarını gidermeye çalışayım.
Zübeyir Yetik’i bizim kuşaklar “İslam Savaşçısına Notlar” ve “Her Nemrud’a Bir İbrahim” kitaplarıyla hatırlayacaktır… Bir de rahmetli Aliya’nın Nehir Yayınları’ndan çıkan “Doğu-Batı Arasında İslam” adlı eserinin redaksiyonuna yaptığı katkıdan… Ancak O, seksen yıllık ömrüne kitap yazma haricinde, Türkocağı Şube Başkanlığı, Komünizmle Mücadele Derneği kuruculuğu, Memur-Sen Genel Başkanlığı, Milli Gazete Genel Yayın Müdürlüğü, Hak-İş kuruculuğu, İSKİ’de idarecilik gibi teşkilat tecrübesi gerektiren birçok vazifeyi de sığdırmıştır.
Zübeyir Yetik “Geçmişten Notlar” Beyan Yayınları,
2008, İstanbul
Zübeyir Bey 1941 Siverek doğumlu… İlk-orta-lise tahsilini Siverek-Urfa havzasında ikmal etmiş… Fransız İhtilali’ nden aldığı ilhamla radikal modernleşme adımlarını kararlılıkla atan Cumhuriyet kadrolarının en güçlü olduğu yıllarda geçmiş çocukluğu ve ilk gençliği… Kemalizmin diyalektik materyalizmle (Solculuk şemsiyesi altında) ittifak ettiği bu yıllarda Kur’an öğre(n/t)mek takibata uğramak için kafidir… Demokrat Parti’yle ortam biraz yumuşamış ve fakat 27 Mayıs İhtilali (tabiri caizse) noktayı koymuştur… Türkiye’nin ABD/NATO işgalini kurumsallaştıran bir noktadır bu…
1950’li yıllarda birleştirilmiş sınıflı köy okulunda okuyan Zübeyir Yetik, sınıf öğretmeni aracılığıyla,”Müslüman Çocuk” adlı bir dergiyle tanışır… Demokrat Parti ile gelen yumuşama alametidir bir bakıma bu dergi… Dergiyi kimlerin yayınladığını hatırlamıyor Zübeyir Bey… Fakat Nihat Sami Banarlı’ nın önderliğindeki “muallimler birliği” ile iltisaklı öğretmenler tarafından yayınlanmış olma ihtimali üzerinde duruyor…
Siverek’te lise olmadığı için Urfa’ya gitmek zorunda kalır Zübeyir Yetik… Burada “kırk yıllık dostum” dediği Akif İnan’la tanışır. 1957-58 yıllarından itibaren Urfa’ya haftalık, aylık, üç aylık gelen ne kadar yayın varsa (sağcı-solcu ayrımı yapmadan) takip etmeye başlar… Bu yayınlar arasında “Varlık, İslam, Toprak, Sebilürreşad,Ocak gibi dergiler ve Hür Adam Gazetesi vardır. Ayrıca arada bir çıkan Serdengeçti ve Büyük Doğu dergileri de gelmektedir…1960’larda Nurettin Topçu’nun birkaç sayı çıkan Nizam Dergisi, Sezai Karakoç’un Diriliş Dergisi ve Peyami Safa’nın Türk Düşüncesi Dergisi de takip ettiği yayınlar arasındadır… Ömer Rıza Doğrul’un Selamet Dergisi ile Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun Meslek Gazetesi’nin de müdavimidir…1960’lı yılların Anadolu’su için oldukça zengin sayılabilecek bir kültürel ortam vardır Urfa’da… Çocukluğunun geçtiği Siverek’te de durum pek farklı değildir. 7-8 yaşlarında “sıra gezme” adıyla yapılan kitap sohbetlerine katılmaktadır… 10-15 kişiden oluşan sohbet ortamlarında Vakıdi, Ahmediye, Muhammediye, Kara Davut, Fütuhat-ı Mekkiye okunmaktadır. (Not: Bizim sosyoloji fakültelerimiz taşra-merkez ilişkisini Avrupamerkezci bilgi temelinde anla(mlandır)maya çalıştığı, yani burjuva-derebeylik/feodalite “çatışması” ekseninde değerlendirme yapmayı yeğlediği için, burada sözünü ettiğimiz kültürel ortamın ne anlama geldiğini ve nasıl anlaşılması gerektiğini çözümleyebilecek yetkinlikte değildir. )
Urfa’da lise okurken Akif İnan’la tanışır Zübeyir Yetik… Her ikisinin de okumayı ve şiiri seviyor olmalarının bu tanışıklıktaki payı büyüktür… Akif İnan “bir hocasıyla sürtüşüp” kaydını Maraş’a aldırınca Urfa-Maraş kültür köprüsü de kurulmuş olacaktır. Yedi Güzel adamla tanışıklık için vesile olmuştur bu sürgün… İlk şiir kitabını 19 yaşındayken Urfa’da yayınlar Zübeyir Bey… Hatta dediğine göre onun bu kitabı yeni alfabeye geçildikten sonra Urfa’da basılan ilk kitaptır… Bu yıllarda Urfa, Risale-i Nur’un etkili olduğu yerlerden biridir. Said-i Nursi’nin talebelerinden Abdullah Yeğin, Sumeydanı Camii’nde risale dersleri yapmaktadır. Zübeyir Bey de tanışıktır bu camiayla… Ancak bu tanışıklık, ısrarlara rağmen, “onlardan” olmaya evirilmeyecektir. “Urfa İlim ve Fikir Cemiyeti’”ni birlikte kuracaklardır. Fakat uzun erimli olmayacaktır… Zübeyir Bey’in tespitine göre 1960 sonrası Urfa’da sol belirleyicidir.(Bu sol çizgi daha sonra “Kürtçülüğe” evirilecektir.) Akif İnan o yıllarda Türkocağı merkez müdürüdür. Yetik, onun desteğiyle Urfa Türkocağını kuracak ve hemen faaliyetlere başlayacaktır. Bu faaliyetleriyle şimşekleri üzerine çekecektir…
Sadece Türkiye’de değil, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da süregiden sağ-sol çatışmasının sahadaki yakın tanıklarından biridir Zübeyir Yetik… Kömünizmle Mücadele Derneği’nin İzmir ayağının örgütleyicileri arasındadır. Tanık olduğu olaylardan biri yakın tarihimiz açısından ibretliktir. Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’nin yönetim toplantılarından birinde “Amerika’dan yardım talep etme fikri” ortaya atılır ve kabul görür. Görüşme için konsolosluğa giden şahsa “Zübeyir Yetik ve İhsan Emci’nin” dernekten uzak tutulması karşılığında yardım yapılacağı söylenir. Çünkü bu isimler İslam referanslı çalışmalar yürütüyorlarmış. Oysa ki Amerikalılar sadece milliyetçi referanslarla çalışanları desteklemek istiyorlarmış. (Not: 27 Mayısçıları neden destekledikleri bu vesileyle daha iyi anlaşılmış oluyor.) Böylece Zübeyir Bey’in kurucular kurulundan adı silinmiş ve şube açmasına izin verilmemiş. Ancak Yetik’in anlattığına göre, Risale çevresi devreye girerek Derneğin tamamen milliyetçilerin eline geçmesine engel olmak için Saffet Solak’ın seçilmesini sağlamış.(Not: Amerika’nın komünizmi mağlup etmek için iş tuttuğu milliyetçi-mukaddesatçı kesim(ler), ne yazık ki, kapitalizmin bu ülkeye sinsice girişi esnasında aynı duyarlılığı göster(e)memiştir. Nurculuğun komünizme karşı Amerika’yla iş tutmasının tarihi, görüldüğü gibi, oldukça eskidir. Kaldı ki Said Nursi, Türkiye’nin CENTO’ya ( dönemin NATO’su sayılır) girişini desteklemiş ve dönemin devlet yetkililerine tebrik mesajı da göndermiştir.)
Büyük Doğu fikriyatından radikal bir sapma olan İBDA-C’nin kuruluşuna giden sürecin de yakın tanığıdır Zübeyir Bey… Ankara’dan Akif İnan’ın selamıyla yanına gelen Akıncılar Derneği İstanbul Şubesi’nden bir grup gencin dergi çıkarma isteklerine hem teknik destek hem de yazarak katkı sunacağını söyler… Dergi “Akıncı Güç” adıyla yayın hayatına başlar…Ancak Zübeyir Bey’e göre derginin ilk sayısı ziyadesiyle “militanca” dır… Yazar kadrosu arasında sonraları İBDA-C’nin lideri olacak olan Mehmet Salih Erdiş te vardır… Lakabı “komutan” dır… “Akıncı Güç”ün yayınlarının “sivriliği” nedeniyle Akıncılar Genel Merkezi’yle İstanbul Şubesi arasında anlaşmazlık yaşanır. Genel Merkez derginin kapatılmasından yanadır. “Militanca” söyleme sahip gençlerden bir grup Zübeyir Bey’e gelerek yeni bir yapılanma(örgütlenme) içine girmek istediklerini, kendilerine önderlik yapmasını teklif ederler. Ancak Zübeyir Bey kabul etmez ve bu gençleri yetiştirmesi için Necip Fazıl’a götürür. Bu gençler kendilerini “büyük doğu’nun gölgesi” olarak görüyorlar diyerek üstadı ikna eder. Buradan sonrasına ilişkin detay vermiyor Zübeyir Bey… Sadece “umduğundan çok farklı gelişmelerin ortaya çıktığı” nı ve Necip Fazıl’ın “büyük doğu “fikriyatına ait olmayan “raporlar” döneminin bu vesileyle başladığına dikkat çekiyor. Yıllar sonra (1994 veya 1995’te) Toktamış Ateş’i savunan bir yazısından dolayı İBDA-C tarafından evi bombalanacaktır Zübeyir Bey’in… Sadece bu da değil… Zübeyir Bey, Necip Fazıl’ın ölüm yıldönümü münasebetiyle yapılan bir panelin yöneticisiyken, salon İBDA-C taraftarlarınca basılacak,üstadın “gerçek izleyicileri” olduğu savıyla Salih Mirzabeyoğlu’nun da panele katılması talep edilecektir…
1974’te Ankara’da Hasan Aksay ve Necmettin Erbakan’la görüşerek genel yayın müdürü sıfatıyla Milli Gazete’nin başına geçer Zübeyir Yetik… Yaklaşık bir yıl kalacağı bu görevde, kendi ifadesiyle sadece “üç gün”, sahici gazetecilik yapmıştır… Çünkü merhum Erbakan her gün, yayın danışmanı Reşat Bey aracılığıyla, talimatlarını iletmektedir… Bu talimatlar çoğu zaman gazete baskıya hazırlanırken gelmekte ve yapılan tüm hazırlıklar biranda çöp olmaktadır. Yetik’in, Hasan Aksay’la birlikte bizzat Erbakan’la görüşerek durumu düzeltme çabaları sonuç vermez… Bir yıl sonra da (bir takım entrikaların sonucu olarak) yayın müdürlüğünü bırakır… Erbakan’a göre gazete “topçu bataryasıdır”. Karargah nereyi gösterirse orayı vurur. Öyle ki Hoca, MNP’nin kuruluş toplantısında “İdeolocya Örgüsü” kitabını parti programı olarak açıklamak için Necip Fazıl’dan izin isteyip de alamadığında, Milli Gazete üstada mesafe koymuş, O’nun MTTB’de yapılan konferanslarının haberinin verilmesine dahi rıza göster(il)memiştir. Soğukluk sonraları da devam edecektir… Erbakan’ın başbakan yardımcısı olduğu II. Milli Cephe Hükümeti kurulduğunda Necip Fazıl, yanında Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Zübeyir Yetik ve Akif İnan’la birlikte meclise tebrik ziyaretine gitmiş ve fakat Hoca tarafından kabul edilmemiştir. Bu ziyaret sırasında Alparslan Türkeş, Necip Fazıl ve ekibini oldukça samimi bir şeklide karşılamış ve iltifatlar etmiştir. Zübeyir Bey bu durumun “kendilerini çok şaşırttığını” söyleyecektir hatıratında…
“Kendi mahallesi” tarafından uğra(tıl)dığı hayal kırıklıkları da çoktur Zübeyir Bey’in… Dava arkadaşlığı olarak başlayan ilişkilerin makam, mansıp, şöhret uğruna nasıl biranda unutulduğuna; kimilerinin safiyane, halisane ve fedakarane duygularla varını yoğunu feda ettiği “davayı” kimilerinin kendini parlatma vasıtası olarak gördüğüne yakından şahit olmuştur. “Arkadan kuyu kazmak”,“açık aramak”, “tecessüs etmek”, “rüşvet” gibi ahlaksızlıkların dindar-muhafazakar-mukaddesatçı geçinen kişiler eliyle yapıldığını bizzat müşahede etmiştir. “Güç bozar, mutlak güç mutlak(a) bozar” sözünün alelade bir söz olmadığını yaşayarak gözlemlemiştir. “Koltuk kapmak” için tertip edilen ayak oyunlarının, bugünkülerden farklı olmadığını bu vesileyle bir kez daha anlıyoruz. Henüz Akif İnan hayattayken (1990’lı yılların sonu) Memur-Sen içindeki çatlak, sözünü ettiğimiz bu ayak oyunlarının sendika boyutudur sadece… “Ünvan” kapmak için sergilenen “şark kurnazlıkları” utanç vericidir. Durum bugün de farlı değildir…
28 şubat sürecinin kasvetli ortamında ülkenin ve dindar kesimlerin ahvalini görüşmek üzere tertip edilen dar kapsamlı bir istişari toplantıda, Zübeyir Yetik’in ifadesiyle, “art niyet” ve “çirkinlik” had safhadadır. Toplantıya kimlerin katıldığını söylemiyor Zübeyir Bey… Ancak öne çıkan iki başlıktan anlıyoruz ki çok mühim kişiler(!) Bu başlıklardan biri; Refah Partisi değişime zorlanırsa yönetimi nasıl ele geçirebiliriz? diğeri ise “parti kapatılırsa, yeni parti kurma yarışında başkalarının önüne geçmek için neler yapabiliriz?” Kendisini dindar-muhafazakar-mukaddesatçı olarak konumlandıran kesimlerin siyasal bilinç düzeyindeki sığlık ve kötürümlük bu sorularla daha da belirgin hale geliyor… Bu kötürümlüğün bugün geldiği nokta ise onarılması güç bir güven(eminlik) kaybı…
Son olarak muhafazakar-milliyetçi-mukaddesatçı kesimler tarafından kendisine dokunulmazlık zırhı giydirilen bazı düşünce-fikir adamlarının,tasavvuf adı altında, oldukça sorunlu bir perspektifin mahkumu olduklarına dair hatıratta geçen bazı anekdotlara yer vererek bitirelim. Zübeyir Yetik’in ifadesiyle “o güne dek ülkenin ve dünyanın sorunlarından söz açan, sanat ve edebiyattan, bilimden bahseden, Kur’an’ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerdeki hükümleri dile getirerek değerlendirmelerde bulunan ağızlardan artık yalnızca mürşitlerinin menkıbeleri dökülüyor, hele bir ikisi bir araya geldiklerinde “yok seninki yok benimki” türü laf yarıştırmalarına dökülüyor ve konuşmaların “uygun” yerlerinde de şeyhlerin fotoğrafları cüzdanlarından çıkarılarak sergilenmek suretiyle, sanki, savların pekiştirilmesi cihetine gidiliyordu. Ortam bir bakıma köy kahvelerindeki havaya bürünüyordu.” Bu büyük üstatların(!) kimler olduğunu belirtmemiş Zübeyir Bey… Ancak kim olduklarının anlamak güç değil…(Önemli Not: Zübeyir Yetik’in 1992‘de kaleme aldığı “İnsanın Yüceliği ve Guenoniyen Batınilik” adlı eser, düşünce dünyamızın (bu) önemli isimlerinin tasavvufi yöneliminin teorik düzlemde teşrih masasına yatırılması amacına matuf önemli bir eserdir. 1990’lı yıllarda Rene Guenon,Frıthjof Schuon,Seyyit Hüseyin Nasr gibi isimlerin “Batıni/mistik/ezoterik/içrek/işraki” yönü ağır basan eserleri Türkçeye kazandırılırken; siyasal bilinc(imiz)e katkı sunacak-örneğin Malik B.Nebi veya Mahmut Mamdani- gibi isimler yeterince ilgi görmemiştir. Çeviri politikamız ayrıca incelenmeyi hak ediyor…)
Her neyse… Zübeyir Bey’in dikkat çektiği isim(ler)in kim olduğu o kadar da önemli değil aslında… Demem o ki kimseyi gözümüzde büyütmeye gerek yok… Büyütüp dokunulmazlık elbisesi giydirdiğimizde artık o kişiyi normal insan olarak tanımak mümkün olmuyor çünkü… Cenab-ı Peygamber(s.a.v) “ben kuru et yiyen kadının oğluyum” derken, kendisini insanüstü bir varlık olarak konumlandırmak isteyenleri uyarmıştı. “Mübarek kişiler”,”ulu zatlar”,”büyük üstatlar”,”gavs-ı azamlar”,”şeh-ül ekberler”,”sultan-ul evliyalar”, ”imam-ı azamlar”,”hüccet-ül İslamlar” gibi etiketler bilincimizin üzerine beton dökmekten başka bir işe yaramıyor. Bu “hürmet aristokrasisi”(ifade Asım ÖZ’e aittir) ni fark eden merhum Sezai Karakoç “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar” diyebilmiş; bir diğer mütefekkir Atasoy Müftüoğlu ise Türkiye’de dini hayatın “hemen bir klinikte tedavi altına alınması gereken meczuplar tarafından ele geçirildiğini” söyleme cesaretini göster(ebil)miştir. Bu “kutsama” hastalığı sadece dindar-muhafazakar kesime mahsus değildir. Kemalistlerin Atatürk’e giydirdiği “kutsallık zırhı” onun bir insan olarak anlaşılmasını güçleştirmektedir. Nitekim Atatürk hala normal bir insan olarak aramıza gelmiş değildir. Kutsallık zırhı giydirdiğimiz kişi(ler) eleştiriden muaf tutuluyor ve yapıp ettikleri “bir hikmete mebni” olarak yorumlanıyor. Sevgi ve nefretteki ölçüsüzlük, sahih bir duruşun mümessili olmamızı güçleştiriyor…
Zübeyir Yetik’in hatıraları zaaf ve imkanlarıyla insan(ımız)ın hikayesi bir bakıma… Aynada kendine, cemaatine, tarikatına, partisine,hizbine v.b bakmak isteyenler okuyabilir…
Kaynak: Farklı Bakış