Tarih: 13.02.2023 12:58

Zor bir yazı

Facebook Twitter Linked-in

Felâketlerin en doğrudan tesirlerinden birisi, boyutları ve muhtemel neticeleri hakkında tam bir akıl tutulmasına yol açabilmesidir. Büyük Maraş Depremi olarak târihe geçecek olan felâket sonrasında yaşananlar da tam bunu gösteriyor. On vilâyetin takriben en az yarısının târihten ve coğrafyadan silindiği korkunç, eşi memendi dünyâda bile çok az olan bir felâket bu. Hayâtını kaybedenlerin sayısı şimdiden 25.000’e dayandı. Cumhûriyet târihinde yaşanmış en büyük tabiî afet olarak bilinen 1939 Erzincan Depremi’nde kaybedilen 30.000 insan kaybını egale etmeye çok az kaldı. Rakam biner biner artıyor. Ama bu daha bir şey değil… Talihsizlik, depremin ilki insanları yatakta, en derin uykularında oldukları saatte yakalamış olması. Bunu dikkate aldığımızda, henüz el atılamayan, moloz yığınlarına dönüşmüş binlerce bina düşünülecek olursa, nihâyette şu an ilân edilenlere rahmet okutacak bir rakamla karşılaşacağımız çok âşikâr.

Bu depremin doğuracağı ve kısa vâdede önümüze çıkaracağı ekonomik, demografik, kültürel, siyâsal mâliyetler ürkütücü görünüyor. Ekonomiden başlayalım… Yüzölçümü itibârıyla takriben Almanya, nüfûsu itibârıyla da Belçika’dan fazla bu coğrafya, Türkiye’nin en kritik bölgelerinden birisine işâret ediyor. Kahramanmaraş, Gaziantep, Hatay, güçlü ekonomileriyle kayıpların en yoğun olduğu merkezler. (Şükretmeliyiz ki, hiç değilse sanayi komplekslerinde çok büyük bir yıkım yok). Ama yıkılmış şehirlerde ekonomilerin yeniden şevkle işlemeye başlamasını bugünden yarına beklememek gerekir. Basit hesaplar, zaten kırılganlaşan Türkiye ekonomisinin hacminde en az 40 milyar dolarlık yeni ve beklenmeyen bir deliğin açıldığına işâret ediyor. Doğrusu, bu felâket üzerinden ekonomiyi asla birinci derecede görmüyorum. Bir defâ, unutmayalım ki Türkler çalışkan, azimli bir millettir. Kaybedilen yerine bir şekilde konur. Dahası, ekonomi ile ister tabiî ister savaş gibi beşerî felâketler arasındaki ilişkiler, bilhassa kapitalizmin dinamikleri düşünüldüğünde müspettir. Söylemesi çok acı ama felâketlerin arkasından ekonomik bir canlanma da gelir. Bu, hâlâ ham ve ara madde konusunda ithâlâta bağımı olsa da, temel ihtiyaç olan bina üretiminin tetiklediği ve en az 600 işkoluna karşılık geldiği söylenen sektörel ağ üzerindeki bir canlanma olarak başlayacaktır. Burada dikkât edilmesi ve sorulması gereken hususlar var. İzninizle bu soruları bir sıralayayım. Siyâsal otorite ve iradenin makro plânda yeni bir şehircilik ve yapılaşma meselelerinde, kaba, dar görüşlü müteahhitlik hesaplarını bozan bir “devrime” imza atıp atmayacağını merak ediyorum. 1999 Depremi’nden ders almadık; sâdece ders alır gibi yaptık. Onun katbekat büyüğü olan bu felâket bakalım bizi kendimize getirebilecek mi? Türkiye’de on senelerdir devâm eden, her kesimin şu veya bu derecede parçası olduğu derin ve yaygın bir suç ortaklığından kurtulmamıza bir faydası olacak mı? Türkler cedlerine inat ve ihânet ederek, büyülendikleri o Amerikan, Körfez ve Uzakdoğu görgüsüzlüğünün bize özgü kitchleri olan siteleşmelerden, dikey mimâriden vazgeçecekler mi? Bilge Mimâr Turgut Cansever’in “Maymunlar Cehennemi” dediği, yığılmalara dayalı şehirlerde yaşama mahkûmiyetini ortadan kaldırabilecekler mi? Önüne gelenin, ipini koparanın müteahhit olabildiği bu rantiye-şantiye makasından milletçe çıkabilecek miyiz? Şehirleşme işinin bir medeniyet işi olduğunu, çok sayıda uzmanlığın öngörülerinden beslenen bir şuurlanmayla kamusal bir yükümlülük doğurduğunu, dar görüşlü hesaplara kurban edilemeyeceğini kavrayabilecek miyiz? Göreceğiz…

Deprem bölgesine gelince; antik mirâsı, müziği, o nefis eski mimârisi, has gelenekleri, inanç zenginliğinden mutfağına kadar o zengin târihsel-kültürel birikimiyle çok, ama çok kıymetli olan coğrafyamızın karanlık günleri bunlar. Antep, Hatay ziyâretlerim, gezdiğim gördüğüm yerler sık sık gözümde canlanıyor... İçimi târifsiz bir keder kaplıyor. Boğazıma bir şeyler düğümleniyor. Ama o an bir başka şey oluyor. Bölgenin hakikî ve en büyük zenginliği olan ve bugüne kadar coğrafyalarına hep sâdık kalmış olduğunu bildiğimiz insanları, oralı olan tanıdık simâlarıyla gözümde canlanıyor, zihnimde gülümsüyor. Ümitliyim… Benim bildiğim Antepli, Maraşlı, Antakyalı, Urfalı coğrafyasını bırakmayacak; günü geldiğinde şehirlerini şenlendirmesini bilecektir.

Eğer bu felâket dünyâda işlerin olağan akışını tâkip ettiği, istikrarlı bir evrede yaşanmış olsaydı, gelecekten daha fazla ümitli olduğumu söyleyebilirdim. Ne yazık ki, bu felâketi dünyânın şirâzesinden çıktığı bir evrede idrâk ediyoruz. Ayağımızın altından kaymayan, çivisi çıkmamış bir dünyâda böyle bir felâketi insanlığın desteği ile atlatmak mâkul gelebilir. Ama gün o gün değildir. Bu depremin Türkiye’yi zayıflattığını kabûl edelim. Depremin kasıtlı, dışarıdan müdahaleyle üretildiğini, bunun Türkiye üzerine oynanan yıkıcı bir oyunun ilk perdesi olduğunu iddia edenler bile var. O kadar ileri gitmeyeceğim. Ama felâket geçiren Türkiye’nin bu hâlinden istifade etmek isteyenlerin mebzûl miktarda olacağını ve her kılıkta karşımıza çıkacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Kimin dost kimin düşman olduğunu kestirmenin çok zor olduğu bir zamandayız. Aman dikkat…




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —