Bir ara kafama esti ve şöyle bir belirlemede bulundum.
"Hocam" Yalçın Biçûk "Şükrücüğüm üretmek atmaktır, biz buna atmasyon, diyoruz. Örneğin ben TEZLER adı altında habire atıyorum. 13 tane atarsam, 3 tanesi tutuyor" diyordu bana. Ben Yalçın Beyi ta 1988’lerden beri okurdum. Doğrusu ondan çok şey öğrendim. Mesela bu atmasyonunu tutmuştum. Attım;
"Fransız Devrimi bize YURTTAŞ’ı, 17 Ekim Bolşevik Devrimi bize YOLDAŞ’ı, Öcalan’ın olmayan Öcü ve "Devrimi" de bize HEVAL’i kazandırdı.
İlk ikisi tuttu. Çünkü,
"Fransız Devrimi veya Fransız İhtilâli (1789-1799), Fransa'daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır. Sosyal bir akımı başlatan en büyük etkendir."
Sonra Dünyayı Sarsan On Gün, 17 Ekim Bolşevik Devrimi oldu.
Ve bu devrim de;
Ekim Devrimi dünyada ilk ve en büyük sosyalist devletin kurulmasını sağlayarak ve sosyalist sistemin tüm dünyaya yayılmasına etki ederek 20. yüzyılın dünya tarihini etkileyen en önemli olaylarından biri olmuştur.
Fransız Devrimi’yle VATANDAŞ, 17 Ekim Devrimi’yle de YOLDAŞ’ı tanıdık.
Peki bizim 40 yıldır süren ve hiç bitmeyen, sıfır ile başlayıp sıfırla biten "Öcalan Devrimi" bize ne verdi?
Yalnızca HEVAL!
Bu ucube "Devrim"de Öcalan her şey, biz HEVAL olduk.
Ve heval; şey, gibi bir şey..
X
Dünya insanlık tarihine Fransız Devrimi bir başka şey daha getirdi.
Milli devletler, Anayasal hak, eşitlik ve özgürlük. Yani kral-kraliçe ve sıradan insan vatandaşlık hukukunda eşitlendi.
Rus Devrimi ise sınıfta kaldı.
İlk ayaklanmada 5 ölü 75 yaralı ile iktidarı devralan Bolşevikler Stalin gibi bir psikopatla 20 milyon insana kıydı. Bu nedenle Vatandaş’a sempatiyle, Yoldaş’a antipatiyle baktım. Ve Hevalle de hüsrana uğradım.
Fransız Devrimi’ne –benim bildiğim- tek karşı çıkan; Alman yazar Goethe’dir. Çünkü o her şeyi doğal olgunluğu ve gelişimi içinde olmasını istiyordu. "Kanla gelen, kanla gider" dedi. Ve Jakobenizm’e karşı durdu.
Haksız mıydı?
Bence haklıydı.
Kralcıydı.
Ama kral ve kraliçe de gelişen Kapitalizm karşısında gerekli yenilikleri yapamamanın kurbanı oldular.
Goethe ve Beethoven zaten bundan dolayı yollarını ayırdılar.
Bu ikili dünya oluşumunda bir de Milli Devletlerin ve Anayasaların oluşumuna bakmamız gerekecek.
Bence Fransız Devrimi’nin esas dünyadaki yeniliği Anayasal vatandaşlığın kabul edilmesidir.
Burda da, Anayasal vatandaşlık ile Irka dayalı anayasaları birbirinden ayırmamız gerekir.
Bu ikili durumda benim gönlüm hep Anayasal Vatandaşlıktan yanadır. En ideal model bu. Yasaların üstünlüğü, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığının sağlamlığıdır. Bu anlamıyla Fransız ve Amerika Devrimleri ve Anayasaları örnektir.
Almanya ve oradan hareketle Türkiye’nin durumu ise ırka dayalı olmasıdır. Bence bütün sorunların ana kaynağı budur.
Almanya’da her ne kadar Burjuva Demokratik Devrimi işliyorsa da –gizliden gizliye- adeta görünmez bir ırksal tercih var.
Türkiye’de ise bu açık ve resmen "Tek millet, Tek Dil, Tek bayrak ve tek vatan" ile gümbür gümbür ırkçılık kokuyor. Ve Türkiye’de sorun usulen değil, sorunlu.
İttihat Ve Terakki zihniyeti ve artta kalan kadrolarının kurduğu Türk Cumhuriyeti’nin temel sorunu budur.Yani tek ırka dayalı olmasıdır.
Peki bu sorun nasıl giderilir; bizler ne yapmalıyız? Bizim tavrımız ne olmalı sorusunu sormak gerekir. Ben kendi görüşümü şöyle ifade ettim. Pir Sultan der ki;
"Bir bahçe ki dikenle dola
Neylersin ayıklamak
Ateşle yakmayınca"
Her on yılda bir devlet aygıtını TÜV’e almanın da manası kalmadı.
Bugünkü TC Anayasası 12 Eylül Anayasası hala.
Orasından burasından –yamalı bohça- gibi onarmanın imkanı yok.
O zaman Devletin de gerçek bir devlet olması için esaslı bir BABAYASA yapılmalıdır.
Peki nasıl ve kimler yapacak bu BABAYASA’yı?
Onu da bir başka yazıda ele alacağım.
Selam ve devamla.
16. Temmuz.2020
Almanya-Essen