Başlıktaki sorunun cevabı bana kalırsa hayır. Ancak dışarıdan bakanlara ve içeride olmasına rağmen sanki dışındaymış gibi düşünenlere göre evet. İlk gruptakiler iki ülkenin savaşabileceğini, çünkü siyasetlerinin savaşa gereksinim duyduğunu iddia ediyor. İkinci gruptakiler ise Türkiye’nin savaşması gerektiğini, çünkü çıkarlarının en iyi savaşarak korunabileceğini ima ediyor. Biraz daha itidalli olanlar ise küçük çaplı bir çatışma olasılığından söz ediyor.
İlk gruptakilerin en güçlü argümanı Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiiri, Rüştü Şardağ’ın bestesinden yola çıkılarak yapılan açıklamalar. Onlar bir gece ansızın gelebileceğimize belli ki bizden çok daha fazla inanmışlar. Türkiye’nin Suriye’de, Libya’da ve daha başka yerlerde farklı biçimlerde kanıtladığı askeri gücüne dayanarak adalara müdahale edeceğini düşünüyorlar. Çoğunlukla iktidar yanlısı yayın yapan gazetelerin manşetlerine bakıyorlar.
Daha da önemlisi onlar muhalefetin de savaşı destekleyebileceğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarını yetersiz bulduklarını, muhalif kanatta olduğuna inandıkları emekli amirallerimizin ve gazetelerimizin daha da sert olduğunu varsayımlarının delilleri olarak sunuyorlar. Amerika’nın Türkiye’yi çevrelediğine ilişkin kaygılarımızı paylaşıyorlar. Lozan ve Paris Antlaşmalarına göre silahsız olması gereken adaların silahlanmasına gösterilen tepkilere atıfta bulunuyorlar.
Sonunda geldikleri nokta da genellikle AK Parti oylarının düşüşü ve Erdoğan’ın savaşa değilse bile gerilime ihtiyacı olduğu oluyor. Gerçi ihtiyaç üstünden açıklama sadece dışarıya mahsus bir özellik değil. Türkiye’de de pek çok insan buna inanıyor. Fakat Yunanistan söz konusu olduğunda hak savunulması daha fazla ön plana çıkıyor, savaşın gerekliliği olarak “siyasi ihtiyaç” benim görebildiğim kadarıyla büyük ölçüde unutuluyor. En makul mecralarda bile Yunanistan tehdidi olduğundan daha büyük gösteriliyor.
Dışarıdan bakanların unuttuğu ise bu sorunun iki tarafı olduğu. Onlar sorunu Türkiye üstünden okumayı, saldırgan dahi olsa açıklamaların nedenine inmemeyi tercih ediyor. Genel kabul gören yaklaşım Türkiye’nin haksız olduğu yönünde. Adaların silahlanmasından bahsedilirken bunun Türkiye’yi ilgilendirmediği bir şekilde belirtiyor. 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi Yunanistan’ın vurguladığı maddeleri üstünden okunuyor. Türkiye’nin “tehditlerinin” Yunanistan için gerekçe oluşturduğu söyleniyor.
İçeriden bakanların savaş imaları, aslında güç tehdidinde bulunma çağrıları da dışarından bakanların sorunu Türkiye üstünden tanımlamalarına ve tanıtmalarına yardımcı oluyor. Her iki tarafın da görmek ve bilmek istemediği savaşın Türkiye’ye maliyetinin ne olacağı. Akıllarda daha sınırlı operasyonlar, askeri olduğu kadar diplomasiyle ve zamanın güç dengeleriyle de desteklenen müdahaleler var. En makulü turizm gelirlerinden, AB ve ABD ile olan ilişkilerin geleceğinden söz ediyor.
İstiklal Savaşı’nı saymazsanız 1974 Kıbrıs müdahalesi içeriden bakanların en sevdiği örneklerden. Kıbrıs’ta yaptığımızı Ege’de de yaparız diyorlar. Ancak askeri başarı şansımız olsa bile hangi gerekçeyle bunu gerçekleştirebileceğimizi söylemekten imtina ediyorlar. Kıbrıs’ta olduğu gibi hukuki bir metne dayalı müdahale hakkımız olup olmadığını belirtmiyorlar. Lozan ya da Paris Antlaşmalarının bize müdahale hakkı tanıyıp tanımadığına ilişkin bir açıklama nedense yapmıyorlar.
Bu da aslında çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. Biz, iktidar, muhalefet ve kanaat önderleri olarak Ege’deki, Akdeniz’deki haklarımızın ihlal edildiği tespit ediyoruz fakat güç kullanma ve güç kullanma tehdidinde bulunma dışında bir çözüm öneremiyoruz. Önerdiğimiz yöntem bizi en haklı olduğumuz yerde haksız hale getiriyor. Dahası başka yerlerdeki sorunlarımızın istediğimize yakın bir şekilde çözümünü de engelliyor.
Umarım Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun dün yaptığı Adalet Divanı’na gidin çağrısı herkes için, hepimiz için yeni bir başlangıç olur, hukuku ve sorunların barışçıl yollardan çözüm mekanizmalarını daha çok önemseriz. Sadece ne kadar haklı olduğumuzu değil haklarımızı başka çıkarlarımıza zarar vermeden nasıl koruyacağımızı da konuşmayı ve tartışmayı öğreniriz. Güvenliğimizi Yunanistan’la girişeceğimiz bir savaştan sonra NATO’dan koparak sağlayamayacağımızı görürüz.
Belki biraz da çevremize bakarız. AB’nin ve ABD’nin bariz bir şekilde Yunanistan’ın yanında olduğunu, bunun bizim tehditlerimizle değişmeyeceğini, tam tersine verdikleri desteği arttıracağını anlarız. Fransa ile bize karşı ittifak kurduklarını, bu ittifakı güçlendirmemek için çaba harcamamız gerektiğini fark ederiz. Kriz, gerilim, savaş yerine istikrarı, refahı, insanca yaşamayı hedefleriz. Güçlü oluruz, caydırıcı oluruz ama güç kullanma tehdidinde bulunmayız.
Başlıktaki soruya geri dönersek benim endişem bilinçli bir savaş değil kriz yönetimi ya da inanmak, düşünmek istemediğim başka bir nedenle gerçekleştirilen tırmanma yüzünden çıkacak istenmeyen, beklenmeyen bir savaş olur. Unutmayalım ki hava sahasında, kıta sahanlığında veya başka bir yerdeki küçük bir çatışma siyasi gerilim nedeniyle kontrol edilemez boyutlara ulaşabilir. Bu durum da ne Yunanistan’a ne de Türkiye’ye yarar sağlar. Dünyanın makul çoğunluğunun da işine gelmez.
Bu nedenle iki ülke kadar üçüncü tarafların, özellikle de Amerika’nın tutumunu gözden geçirmesi gerekmektedir. Hangi gerekçeyle olursa olsun Yunanistan ve GKRY’ne verilen orantısız destek Türkiye’yi “terbiye etmeyeceği” gibi bu ülkelerin güvenliğine de katkıda bulunmaz. Washington seçimi beklemeden Türkiye ile konuşmayı, meşru çıkar ve beklentilerini dikkate almayı, Türkiye-Yunanistan dengesini korumayı denemelidir…