“Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.”
(Şura/38)
Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
(Al-i İmran/ 159
Siyasal anlamda “İslam’da yönetim biçimi nedir?”, “Belirlenmiş bir devlet sistemi ve rejimi var mı?” gibi sorular, İslam-siyaset ilişkilerinin temelini oluşturan sorular olmuştur. Bu soruların yanıtlarını İslam’ın temel kaynağı ve Hz. Peygamber’in uygulamalarında aradığımızda, belirli bir devlet modelini önermediğini ve bunun yerine yönetimde uyulması gereken ahlaki kurallar üzerinde durduğunu görüyoruz. İşte “şura”, yönetimde sorumluluğu paylaştıran siyasal kavramlardan biridir.
İslam siyaset teorisini oluşturan temel kavramlardan biri olan “Şura”nın ne anlama geldiği üzerinde durmak gerekir. Sözlükte “danışma, görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip onu yönlendirme” anlamında yer alan şura, fıkıh doktrininde -terim tanımı yapılmamış olmakla birlikte-, yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hakkında ilgililere danışıp, onların eğilimlerini göz önünde bulundurmasını ifade eder. (1)
Hz. Peygamber’in pratik uygulamaları, şuranın gereği olan istişarenin nasıl ve ne şekilde yapılacağı hakkında bize eşsiz bir miras bırakmıştır. Ancak bu tarihsel miras, dört halife devrinin sona ermesinden itibaren Muaviye’nin bilinen baskı ve şiddet yöntemleriyle iktidara gelmesiyle tümüyle terk edilmiş, sultanlık devri başlamıştır.
Hz. Peygamber vefat ettiğinde, onun yerine kimin vekâlet edeceği ve nasıl seçileceği sorusu, İslam tarihinin ilk krizini oluşturmuştur. Bu durumda cevaplanması gereken şu sorular ortaya çıkmıştır:
1- Yönetici kim olacak?
2- Kim adına yönetecek?
3- Hangi yöntemle seçilecek?
4- Görev süresi ne olacak?
5- Nasıl denetlenecek?
Kuşkusuz bu sorular bugün de sorulan sorulardır. Öyle görülüyor ki Kuran ve sünnet bağlamında bu soruların kesin ve belirlenmiş cevapları olmayıp, ahlaki ilkeler belirlenmiş ve sorun içtihat alanına bırakılmıştır. Nitekim ilk dört halifenin seçiminde uygulanan farklı yöntemler de, bu konuda belirlenmiş bir yöntemin olmadığını göstermektedir. Bu anlamda Şiilerin Kuran’da belirlendiğini -Hz. Ali’nin de işaret edildiğini- söyledikleri imamet anlayışı ve Hz. Peygamber’in Hz. Ebubekir’i işaret ettiği yönündeki düşünceler kesinlik ifade etmediği gibi doğru da değildir. Kesin olan, Hz. Peygamber’in bu konuda kesin bir tasarrufunun olmadığı ve bu konuyu ümmetin tecrübesine bıraktığıdır. İddia edildiği gibi Kuran’da açık bir ifade olsa ya da Hz. Peygamber’in kendisinden sonra kimin yönetici olacağı konusunda bir tavsiyesi bulunsa, Hz. Ebubekir’in seçimi konusunda yaşanan tartışmalar anlamsız olurdu.
Sünni ve Şii kelamcıların söylediğinin aksine, ne Kuran’da ne de Hz. Peygamber’ in uygulamasında kimin halife olacağına dönük bir hüküm ve öneri yoktur. Benim okumalarımdan anladığım, bu tür rivayetler, her iki taraftan da karşılıklı olarak uydurulmuştur.