Tarih: 14.11.2019 14:41

YÖNETİM İSLÂMÎ DEĞİLSE

Facebook Twitter Linked-in

aha ziyade fıkıh ve kelam kitaplarında ve az sayıda siyaset, emval vb. konulara ait kitaplarda İslam devlet başkanı olabilmek için kişinin hangi nitelikleri taşıması gerektiği anlatılmış ve tartışılmıştır.

Ehl-i sünnete göre Kurayş kabilesinden, müctehid derecesinde alim, vücutça sağlam, güzel ahlak sahibi olması ve bir şekilde ümmetin kendisine bey’at etmiş olmaları gerekiyor, ama evdeki hesap pazardakine uymuyor. Uymayınca da teker teker niteliklerden vazgeçiliyor, zaruret, fitnenin ve kargaşanın önlenmesi, ümmetin ve İslam vatanının korunması, maksadın bir şekilde hasıl olması gibi kavramlar kullanılarak başta bulunan veya güç kullanarak başa geçen meşrulaştırılıyor.

İslam devlet başkanının elbette İslam’a uygun davranması gerekir, ama davranmayanlar, fasıklar, zalimler de halife adıyla sultan oluyorlar, böyle olunca da aslında azledilmeleri gerekirken buna ümmetin temsilcilerinin (ehlü’l-halli ve’l-akdin) ya gücü yetmiyor veya onlar da baştaki ile işbirliği yapmış olabiliyorlar.

Tarih sahnesinde ve günümüzde Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde ya açıkça ve resmen İslam’ın devlet, siyaset, sosyal ve hukuki hayattan dışlandığı, ferdin iman ve ibadetine indirgendiği, ya da sözde şeriatla yönetildiği, anayasalarında “devletin dini İslam’dır” yazıldığı halde hem başkanlarının şahsi hayatı ve ahlakında hem de devlet yönetiminde İslam’ın hayli azaltıldığı görülüyor.

Bu ülkelerde yaşayan Müslümanlar ne yapacaklar, bu devletin kanunlarına ve düzenine hangi ölçüde itaat edecekler?

Bu sorunun cevabını teşkil eden çalışmalar, nispeten hürriyete kavuşan ülkelerde sür’atle artmış adeta bir kütüphanelik kitap ve makale oluşmuştur.

İstibdadın hüküm sürdüğü devirlerde konuya tahsis edilmiş eser yok gibidir. Genel fıkıh ve kelam kitaplarında “Allah’ın sözünü tutmayan yöneticinin sözü tutulmaz” ilkesi tekrarlanır. Ama bunu kitaplardan ve teoriden hayata ve pratiğe aktarmak sanıldığı kadar kolay değildir. Zalim ve fasık yöneticilerin, öyle ulema heyetinin gelip “sen kırmızı çizgileri aştın, uyarılara da kulak tıkadın, ümmet adına seni azlediyoruz” demeleri ile makamı ehline terkedivermeleri beklenemez, ayrıca bunu diyecek ulema da çok nadirdir.

Şu halde açıkça laik olan halkı Müslüman ülkeler ile sözde şeriatla yönetilen ama uygulamada ondan büyük ölçüde sapmış ülkelerde yaşayan Müslümanlar ne yapacaklar, kime ne ölçüde itaat edecekler?

Öncelikle şunu hatırlamamız gerekiyor: Dinin emir ve yasaklarına uygun davranılmasını temin, gücü ve imkanı ölçüsünde bütün Müslümanlara farzdır. Müslümanların teşkilatları gerektiğinde en az zararla değişimi sağlamaktan aciz ise sözlü ve yazılı muhalefet yapılacaktır. Buna da güç yetmiyorsa niyet, bilgi, zihniyet, inanç, duygu olarak muhalefete devam edilecek, bu aşamadan sözlü ve sonra fiilî değişim aşamasına geçebilmek için planlı, programlı, danışmalı, bilgiye ve hikmete dayalı faaliyetler yürütülecektir.

Bu tabloda “gücün yetmemesi” ne demektir?

Değişim için gerekeni yapmaya kalkışıldığında hem sonuç alamamak hem de bir yandan ümmetin can, mal, vatan, bağımsızlık gibi varlığının, diğer yandan kazanımların kaybedilmesi demektir. İşte böyle durumlarda ehl-i sünnete göre tahammül (sabır) gösterilerek beklenecektir. Tahammül ve sabır ise içte muhalefet, dışta itaat demektir.

Ne beklenecek, beklerken ne yapılacaktır?

İşte bir yazı konusu daha.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —