Tarih: 10.07.2024 13:38

Yolun Bittiği Yerde Farklı Bir Hayat Yaşanır…

Facebook Twitter Linked-in

İsmini duymuş, çeşitli yazarlara ait olup Kürtçeden Türkçeye çevirdiği birkaç “çeviri” eser ile gazetelerde yayınlanan yazılarını okumuştum.

Onunla tanışıklığım bu kadardı.

Onun, özelde Kürt edebiyatı, genelde ise Türk edebiyatı ile ilgili okuma ve yazma uğraşısı ile “bitmesi gereken” Kürt sorununa yönelik çabalar içerisinde olduğunu uzaktan da olsa gözlemliyordum.

Bendeniz, hasbelkader ana dilim Türkçe ile “en yakın yabancı dilim” olarak tanımladığım Kürtçe kaleme alınmış; çoğunluğu itibarıyla şiir ağırlıklı eserleri okumaya çalışmıştım.

Bunlardan birisi, exmed é Xanî’nin, Kürt çocuklarına, o yaşlarda Arapça öğretme maksadıyla karşılıklı olarak Kürtçe ile birlikte Arapçayı da öğretme sadedinde bulunan “Nubar, ya da nubahar” adlı manzum eserini birkaç kez okumuştum. Halende zaman, zaman elime alır pürdikkat okurum.(dikkat edin lütfen! Bu kelimedeki “pür” eki Kürtçe; pır, yani “çok” anlamında)

“Bismîllahî’r-Rahmanî’r-Rahîym Mebdeê her ilmekî navê Elîym / Hemd û sena û şükrani Ji bo vîy Xaliqê Rehmani / Ku fesahet û beyan daye lisanê Lisan daye insanê 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla Her ilmin başlangıcı Alim Allah’ın adıdır. / Hamdler, övgüler ve tüm şükürler ona, Çünkü O, merhamet eden yaratıcıdır. / İnsana dili veren zaten O’dur Lisan ki, fesahat ve beyan aracıdır. 

Ne de akıcı bir dil değil mi?!

Ondan sonra 20. Y.Yılın büyük Kürt şairi Cegerxvîn’in(Cigerxun; ciğeri yaralı, kan bağlamış)birkaç kitaplık “divan”ına ait bazı ciltlerini de zaman içerisinde okumaya çalıştım; Diwan a Yekem vb.

Yukarıda bahsetmeye çalıştığım kişi, yazar Muhsin Kızılkaya’idi.

Onu, daha çok Mehmet Uzun’un eserlerini Kürtçeden Türkçeye çeviren kişi olarak tanımıştım.

Epey zaman sonra, onun Haber Türk adlı internet sitesindeki yazılarını yayınlandığını öğrendim. Elden geldiğince, o yazılarını şimdi de okumaya çalışıyorum.

Kürtçesinin haliyle iyi olduğunu düşündüğüm için, Türkçesinin de gayet iyi olduğunu yazılarından öğrenmiş oldum.(Demek ki, insan yabancı bir dili en az kendi ana dili kadar iyi bilmeli!)

Kaleme almış olduğu bir kitabını okumak hiç aklımda yokken, yılların yayıncısı, değerli insan Beyan Yayınları sahibi sayın Ali Kemal Temizer’in, en son onu, çalışan değerli elemanlarını ziyarete gittiğimde, belki de “ benim şansıma” en son çıkan kitaplardan, o da benim okuyacağım bir, iki kitabı bu fakir kardeşinize hediye ettiği gibi, Muhsin Kızılkaya’nın, oradan çıkmış bulunan “Yolun Bittiği Yerde” adlı; büyük oranda yazarın memleketi olan Hakkari’yi anlatan yazılarından oluşan eserini, okumam için bana hediye etmişti.

Eseri birkaç gün içerisinde okudum, notlar aldım ve onunla ilgili bir değerlendirme yazısı yazmaya karar verdim

Muhsin Kızılkaya’nın eserini okurken, birçok konuda çarpıcı benzerliklerimizin, o da çok az farkla var olduğuna şahit oldum.

İkimizde, farkı coğrafyalarla sol hareketlerle tanışmış, farklı şekillerde devrimci derneklere gidi gelmiş,(Ben, eğitimci bir yakınımın delâleriyle 12 Eylül öncesinde şehrimizde bulunan TÖBDER’e gidip gelmeye başlamıştım!) oraların “devrim kokan” havasını teneffüs etmiş; İspanyol paça pantolon, uzun yaka gömlek, üzerine yelek giymiş bir şekilde elde dergi, gazete ve kitaplarla insanları devrime çağırmışız. (Kırk küsur yıl sonrasından baktığımda iyi etmişiz diye düşünüyorum! Onları muhafazakârlığa, milliyetçiliğe mi çağırsaydık!)

O, kendisine okunan “antiemperyalizim” başlıklı sosyalist bir devrimi önceleyen bildirileri daktilo etmiş, bende, kaleme alınıp yazılan o tür bildirileri –o dönemin son model teksir makinelerinde çoğalttıktan sonra- onları koltuğumun altına koyup, bizim şehrin haftada bir kurulan Pazar yerinde, özellikle de öteberi satmak için dışarıdan gelen pazarcılara dağıtmış ve onlara sosyalist mücadelemizi “elden geldiğince” anlatmaya gayret göstermiştim, tabii ki de Kürt halkını da unutmadan, onlarında derdini, sorununun çözümünü “kendime” görev bilerek.

Bir de, o bildirileri dağıtım konusunda, ortaokul yıllarında bünyesinde çalıştığım bir matbaanın çıkarmış olduğu haftalık bir gazeteyi dağıtırken elde ettiğim tecrübemden bildiri işinde de faydalanmıştım. 

Herkesin ve her yerin bir hikâyesi var. Muhsin Kızılkaya’nın da,onun kaleme alıp da yayınlanan eserinin de bir hikâyesi vardı. 

O, eserinin hikâyesi ile ilgili şunları dile getirmekte;

“Yolun bittiği yerde başladı hikâye. Buraya çok az kişi geldi, çok az kişi gitti buradan. Buraya gelen başka yere gitmek için geldiği yerden geri dönmek zorunda kaldı. Devlet, sevmediği memurlarını buraya sürdü. Kızdığına “seni oraya sürerim” diye tehdit etti. Oysa orası ne Dostoyevski’nin gittiği Sibirya ne Ovidius’un cehennemi olarak gördüğü kara bir denizin kıyılarıydı. Dağlar arasında gizlenmiş, içinden coşkun ırmaklar akan şahane bir şehirdi. Orada yaşayanlar için “dünyanın en güzel yeri”ydi. Sağcılık-solculuk buradan yayılmıştı dünyaya. Klasik Kürt edebiyatının hemen hemen bütün ediplerinin, şairlerinin yurduydu. İlk Kürtçe mevlit burada yazılmıştı, ilmin, irfanın toprağıydı. Çağdaş bazı yazarların gemileri de burada kayaya çarpmıştı. Bu kitaptaki denemelerin tümü buraya dairdir. Buranın yoluna, suyuna, insanına, karına, dağına, yağmuruna dair…

Yol biter ömür de biter; yeni hayatlar başlar, yeni yollar açılır sonra. İşte o uzak yoldan düşe kalka geldi kelimeler. 

Yolculukla başladı hikâye"

Biz de, onun hikâyesine, eseri okuyarak eşlik etmiş olduk.

Yazarın, adımını attığını belirttiği dernek yoluyla, oluşan ilişkiler üzerinden sol düşünceyle tanış olmuş ve hayatının önemli bir kısmı o çizgi üzerinde geçmişti.

Ailesi, vermiş olduğu bir kararla, yaşadığı köyden, kendilerine en yakın şehir olan Hakkari’ye taşınmış,  oraya yerleşip yaşamaya başlamakla birlikte o da, orada hayata tutunmaya çalışmış; hiç aklında çıkmayacak oranda orayı yurt bellemiştir diyebiliriz.

Hani denir ya “burası son nokta!” Aynen dile getirilen bu cümlede vurgulanan olguya izafeten Muhsin Kızılkaya’nın eserinin adının da Yolun Bittiği Yerde” gibi çarpıcılığı bize oraların dile gelmesi, getirilmesi gereken hikâyeleri hayatımız aktarıp ilgimize sunuyor.

Biz, bir modernleşme politikalarıyla bağlantısı bulunan “jakoben” karakterli cumhuriyet projesinin; yekûn elden çıktıktan sonra, elde kalan topraklar üzerinde kan ve gözyaşına dayalı acı ve ıstırabı içeren onlarca, yüzlerce, hatta binlerce hikâyeye tanık olmuştuk. Olmaya da devam ediyorum maalesef…

O da, bu eserinde kendi ailesi, aşireti ve yakın çevresi üzerinde, o oluşup paylarına düşen “acı” hikâyelere eserinde yer vermektedir.

Onun anlattığı hikâyeler birbiriden anlamlı, okuyana, ders çıkarana heyecan katan, sevindiren ve bir o kadar da hüzünlendirip derde boğan hikâyeler kitapta büyük bir vukufiyetle yer almaktadır.

Onun ders veren hikâyelerinden önce, onun, en başta Kürt edebiyatının içermiş olduğu masal formundan(çirok) başlamak üzere şiire vb. uzanan bir çizgisi söz konusu olmuştu. 

Onun yazıları, dönemin birkaç sol tandanslı edebiyat dergilerinde yayınlanmış ve artık o Kürtçenin yanında, eserlerini severek öğrendiği Türk dili vasıtasıyla okuyucusunun takdirine sunmuştu.

O, eserinde, bu ülkeye ait, ama “muhtemelen” kendine özgü şartlardan dolayı “kısa yaşayıp uzun ölenlerin şehri” olarak tanımladığı Hakkari ve onun üzerinden yaşana gelen gerçekliğe binaen; kendisinde, anne, babasından, aile fertlerinden, yakınlarından, uzaklarından; velhasıl “yolun bittiği yere” dair anılarını önce makaleler şeklinde kaleme almış ve daha sonra ise bu yazılar bir araya getirip kitaba dönüştürülmüş bulunmaktadır.

Ülkenin yaşamış olduğu geçmişine, dününe, bugününe, geçirmiş olduğu evrelere, modernleştirme/modernleştirilme(bu yanıltıcı bir şey olsa gerek!)politikalarına yer yer, anlatı, akademik ve genelde o da, hayatında var olan her iki dilin var olan inceliklerine sığınarak yapmış olduğu ironiler eseri ilgin kılmaktadır.

Kendine gel… Yazar, “Çocukluğun nerede geçmişse cennetin orasıdır.” diyor ve ekliyor; “ Yaşadığın sürece, nereye gidersen git, o cennet peşini bırakmaz,her daim arkandan gelir. Gözün hep geridedir, dönüp bakarsın hep,bazen hemen oracıkta bazen de çocukluğun kadar uzak sana.” (S, 15) ifadelerini kullandıktan sonra, etimolojiye başvurarak Türkçedeki “kendine gelmek” fillinin aslında “kentine gelmek” ile bir alakasının olduğunu belirtiyor. 

Çok ilginç!

Birçok konu ile birlikte bizim için en ilginç konu sol ve sağ kavramının Hakkari’de ortaya çıkmış olması… Halbuki biz onun Fransız ihtilaline dayandırma dayatmasında ve dahi düşüncesinde iken, o kalkıp bunu kendi şehrinin gerçekliğine bağlıyor!

Haliyle ilginç!

“Hakkari aşiretleri “baksa rast” (sağ kanat) ve baksa çep (sol kanat) diye ikiye ayrıldıklarında sanırım dünyan hiçbir yerinde insanlar bu şekilde iki kampa ayılmamıştı henüz. … Yani “sağcılık – solculuk” ilk defa Hakkari’de ortaya çıkmış ve öyle yayılmış dünyaya… Sadece Müslüman ahali sağcılar ve solcular diye ikiye ayrılmış.”(S, 39) 

İlginç bir şey, acaba bu nasıl oluştu? Diye sormadan edemiyor ve “Bu aklı kime, kim verdi?” diye merak ediyor insan.

Cevabı ise, yazara göre; Kısa bir süre Osmanlı ordusu içerisinde Bosna’da kaldığı belirtilen  Hakkari Miri Zeynel Bey’in evlilik yoluyla orada evlenip Hakkari’ye yerleşen ve halk arasında adı “Hanima Bosnayi” (Bosnalı Hanım) olarak bilinen eşinin, ona bu aklı verdiğini ve onunda yönetiminde bulunan aşiretler –ideolojik değil tabii ki de!- “sağcı ve solcu” olarak ikiye ayrılmış ve o hikâyede o şekilde yer etmiş! (Bu konuda da bize Balkanlar üzerinden de olsa Batılı insanların yönlendirmesi bir nevi kaderimiz olmuştu galiba!)

 

Soyadı garbeti; “pivaz babé te ye!” (Soğan babandır!)

Cumhuriyet uygulamalarının kalıcı ve belki de en önemli icraatlarında biriside her aileye ve şahsa “belirgin” birer soyadı vermek olmuştu diyebiliriz.

Yazarın babası da, hemen herkes gibi kendisine ve haliyle ailesine birer soyadı verileceği için nüfus idaresine başvuruyor. Görevi memur, müracaat eden her aileye “önceden belirlenmiş olan” birer soyadı veriyor.

Ona, kala, kala “pivaz” yani “soğan” soyadı verildiği –o verilen soyadı kelimesinin Türkçe karşılığını bilmiyor- ve tanıdıkları arasında alay konusu oluyor. Onu da, yani kendisine verilen soyadının anlamını, askerlik yapmış bir tanıdığı söylüyor. O da hışımla gidip memura kızıyor ve “pivaz babé te ye!” yani “soğan babandır ulan!” diye sitem ediyor.

Memurda, bu duruma bir hal çaresi bulup o sıra dışarıda görünen ve kızıla çalan bir kayayı göstererek ona “Kızılkaya” soyadını veriyor. (S, 109)

Bu ülkede hemen herkesin soyadı konusuna dair aileden gelen bir hikâyesi vardır; olumlu, ya da olumsuz, Muhsin Kızılkaya’nın babası Abo’ya önce verilen “pivaz” soyadının, onun itirazının sonucunda Kızılkaya soyadı ile yer değiştirme hadisesinde olduğu gibi…

Bu da, bize Batılı ve aynı zamanda, soyadına verilen isim topluluğu açısından İngiliz kültürünü yansıttığı kabilinden farklı bir ders vermekte…

 Yazar, çocukluğundan ve bir sınıra yakın bir konumda bulunan Hakkari’ye dair anılarında çaya da yer verir.

Çaylar, “kaçakçı” olarak tabir edilen şahısların zorlu şekilde, meşakkatli bir yolculuk sonucunda “sınır içi”ne ulaşan, ülkeye sathına dağılan ve her yerde farklı işlemlere tabi tutularak, önce demlenen ve daha sonra ise “afiyetle” içilen bir öneme sahip değerli bir emtiadır.

Yazar, bu konuyu elden geldiğince iyi bir şekilde anlatmakta, işi tasvir etmektedir.

Çay soğumamalı değil mi Can Baba?(şair Can Yücel’e atfen!)

“kırmaya zaman yok 

Çayın bardakta soğumadan

İçin çayınız hayat geçiyor  

Yaşamak yüreklere zarar.”(S, 144)

Biz de farklı bir coğrafyada sınır üstünde (ser xett é) bir yerde, zaman, zaman sınırın arlından(bın xett é) kçak yollarla gelen Hint’ten, Seylan’dan (belki de Çin’den) gelen çayları alıp demleyip içtik, aile boyu; misafirleri de unutmadan(ama benin klas içeceğim her zaman kahve olmuştur!)

Yazar, anılarında, kendi gençlik döneminde bizzat yanlarında bulumuş; onlara “kendini kabul ettirmiş” şair Edip Cansever ile “Otuz Üç Kurşun’un şairi Ahmet Arif’ten “Hakkari’de Bir Mevsim” adlı romanın yazarı Ferit Edgü’ye, o da Hakkari’de kendisine hayat hakkı tanınmadığı için oralardan ayrılıp Stockholm’de kitapçı dükkanı açan (o da var olmayan)bir Süryani’den yazar Demir Özlü’ye,(İşin aksi Hakkari’de o dönemler hiçbir kitapçı dükkânı var olmamış) Hakkari’ye gelen “ilk Amerikalı” dan, Arvasilerin yakını olmuş ve aynı zamanda onların müridi sayılan şair ve mütefekkir Necip Fazıl’a kadar birçok şahıstan ya vicahen, ya da gıyaben bahsetmektedir.

İbn Haldun, “coğrafya kaderdir” der. Bu ifade, taşıdığı anlam açısından bazı eksiklikleri ve taşıdığı yanlışlarıyla birlikte, öteden beri olan, biten birçok şeyi ifade etmektedir.

Yazarda, “kendine gelme” fiilinden hareketle, etimologlara başvurarak bu “kendine” ibaresinin aslında Türkçede “kentine, şehrine” anlamından kinaye olduğuna işaret ediyor. Ondan dolayı, almış olduğu eğitim, elde etmiş olduğu ve uzun süre üzerinde taşıdığı fikirler, coğrafyanın derinlere nüfuz etmesi ile alakalı olsa gerek.

Biz de aynı coğrafyanın farklı bir bölgesinde aynı düşünceleri uzun bir dönem üzerimizde taşıdık, kaçak yollarla gelen çayları demleyip içtik.(buna rağmen benin klas içeceğimin kahve olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım. O da, çayın başka, kahvenin de başka bir coğrafyadan geliyor oluşu ile alakalı idi, galiba…(İbn Haldun az da olsa haklı çıktı!)

Kitap için son söz; tadında birçok hikâye ve ufuk açan saptamalar okunmayı beklemektedir.(Benden söylemesi!)

 

Kaynak: tasfiyedergisi.net




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —