Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Yoldaki işaretler: Erdoğan’ın ‘demokrat’ döneminde cereyan eden ve bugününe delâlet eden erken göstergeler

Alper Görmüş yazdı;

Yoldaki işaretler: Erdoğan’ın ‘demokrat’ döneminde cereyan eden ve bugününe delâlet eden erken göstergeler

Türkiye’yi hiç bilmeyen bir siyaset bilimcinin önüne ülke siyasetinin iki döneminin (2002-2012 ve 2012-2025) verileri konsa ve iki dönemin de aynı siyasetçinin liderliği altında yaşandığı söylense, onu buna inandırmak çok zor olabilirdi. Diyelim ki bu siyaset bilimci kendi doğrulamasını yapmak için 23 yıllık gazeteleri ve televizyonları izledi ve sonuçta, bu süre boyunca ülkeyi gerçekten de Recep Tayyip Erdoğan adlı bir siyasetçinin hem de kesintisiz olarak yönettiği gerçeğini kabullendi ve sıra, karşısındaki siyaset bilimi sorusunu cevaplandırmaya geldi.

Siyaset bilimcimizin, aynı siyasetçinin kumandası altında nasıl bu kadar farklı iki dönem yaşandığını izah etmesi muhakkak ki çok zor olurdu; meğer ki dağarcığında siyaset kavramlarının yanı sıra zihniyet analizi yapabilecek edevat da bulunsun; işte belki ancak o zaman durumu açıklayabilecek kapıyı aralayabilirdi.

Evet, akla şöyle sorular getirmeye çalışıyorum: Erdoğan’ın birinci döneminde onun sadece zâhirine değil bâtınına da bakılsaydı, ortaya koyduğu bazı tepkilerin temelde onun zihniyet terkibinin bir çıktısı olduğu ve uzun vadede bu zihniyet terkibinin belirleyici olacağı sonucuna varılabilir miydi?

Başka bir soru: Erdoğan’ın birinci döneminde onun sadece zâhirine değil bâtınına da bakılsaydı, o dönemdeki baskıcı devlete karşı toplumun omuzlarında iktidara gelme stratejisinin günün birinde tam tersine evrilebileceği, Erdoğan’ın devleti kendi iktidarını sürdürmenin baskı aracına döndürebileceği sonucuna varılabilir miydi?   

Bence bunlar en azından bir ihtimal olarak öngörülebilirdi ve ülkede bunu yapmaya ehil yegâne aday, başlangıç yıllarında AK Parti’yi desteklemiş olan liberal-demokratlardı. Ne var ki bu yazının sonuç bölümünde işaret edeceğim nedenlerle liberal-demokratlar bunu yapmadı, yapamadı.

Gelin şimdi 2002-2012 arasında yaşanmış, Erdoğan’ın ataerkil-otoriter zihniyet terkibine işaret eden fakat liberal-demokratların tepki göstermede, eleştirmede hevessiz kaldığı birkaç örneği birlikte hatırlayalım. (Burada, ‘yoldaki işaretler’in en önemlileri olduğunu düşündüğüm üç örnekle yetineceğim. Bu çerçevede belki daha az anlamlı olsa da onlarca başka örnek bulunabilir. Belki de benim ‘ilk üç’ dediklerimden daha anlamlı başka örnekler vardır ve ben şimdi onları hatırlamıyorumdur.)

2002 öncesi ‘küçük’ iktidar yıllarından bir yıl (1994): “Ben bu şehrin imamıyım…’

Kronolojik gideceğim… Dolayısıyla “Erdoğan’ın ‘demokrat’ döneminde cereyan eden ve bugününe delâlet eden erken göstergeler” bahsinde ilk örneğim, onun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden olacak.

Bu hikâyenin dönemin medyasının feci halini de içeren uzun versiyonunu bu sayfalarda yıllar önce anlatmıştım. Şimdi işin o kısmına girmeden bu yazıyı ilgilendiren bölümünü aktarıyorum…

1994’ün Ekim ayıydı, Aktüel dergisinin altı aylık genel yayın yönetmeni olarak, başka gazetecilerle birlikte İstanbul’un altı aylık belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sorular sormak üzere Kanal 7’deki bir televizyon programına davet edilmiştim…

Benim sorularımdan biri, o günlerde belediyeye ait bir salonda açılan, sanatçı Şirin Devrim’e ait serginin kokteylinde içki sunulmasına izin verilmemesine dairdi… Çiçeği burnunda belediye başkanına, kendi davetlerinde içki sunmama haklarına saygı gösterdiğimi, fakat sırf mekânın sahibi diye başkalarının davetinde kendini söz sahibi sayma tavrının tehlikeli bir özgürlük kısıtlaması olduğunu hatırlattım ve şöyle sordum: “Günah olduğuna inanıyorsunuz, peki neden insanları kendi günahlarıyla baş başa bırakmıyorsunuz?”

Gelen cevap, Erdoğan’ın 2007’de kaleme aldığım portresinde de ifade ettiğim gibi biraz ‘kan dondurucu’ cinstendi: “Çünkü” demişti, “ben aynı zamanda bu şehrin imamıyım. İnsanların günah işlemesine engel olmak da görevlerim arasındadır.”

‘Milli’ olmayan bildiri dağıtanlar linç edilmeyi hak eder mi (2005)?

Bu örnek de başbakanlığının ilk döneminden… Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) üyeleri, cezaevlerindeki siyasi tutukluların durumunu protesto etmek amacıyla hazırladıkları bildirileri Trabzon’da dağıtmak istedi. Yerel TV kanallarının kışkırtmasıyla bildiri dağıtanları bir binada kıstıran saldırgan bir grup, polisin korumaya çalıştığı dört kişinin kendilerine verilmesini talep etti. Dümdüz bir linç girişimiydi bu. Ertesi gün Erdoğan açıkça saldırganlara sahip çıktı, şöyle dedi:

“Trabzon’da olan olaylarda, tabii ki halkımızın hassasiyeti çok ama çok önemli. Halkımızın bu hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak herkes kendi tavrını belirlemelidir ve halkımızın bu milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman, şüphesiz ki bunun tepkisi farklı olacaktır.”

Bu olay günümüzde yaşansaydı, bugünkü Erdoğan’ın böyle bir tepki vermesi çok şaşırtıcı olmazdı. Fakat 2005’teki Erdoğan çok farklıydı, o nedenle birçok kişi çok şaşırdı. Şaşıranlardan biri de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Bülent Arınç’tı. Arınç sadece şaşırmadı, başbakanın tam tersi bir içerikte konuştu: “Dört kişi bildiri dağıtmak istiyor, izin verilmiyor, olay çıkıyor. Bu nasıl özgürlük?”

Uludere (Roboski): Acılı ailelere gönül alıcı bir cümle bile yok, TSK’ya tebrik var (2011)

28 Aralık 2011’de Uludere’de yaşanan büyük felaketin hemen sonrasında, Erdoğan ilk kez ‘millet’ten değil ‘devlet’ten yana bir tavır aldı: Evlatları bombalama sonucunda öldürülen acılı aileler Erdoğan’dan bir ziyaret, hiç değilse gönül alıcı birkaç cümle beklerken o açıkça Türk Silahlı Kuvvetleri’ni tebrik etti (ve Ertuğrul Özkök’ten tebrik aldı).

Duygular böylesine alevliyken yapılan bu tercih, Erdoğan’ın ‘devlet’ algısında büyük değişimlerin cereyan etmekte olduğuna açık bir işaretti. O günlerde kaleme aldığım bir yazıda meselenin bu yanına dikkat çekmiştim (“Merkez’in yeni filmi: Yasla başını omzuma”, Taraf, 6 Ocak 2012):

“Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘devlet’teki yeri sağlamlaştıkça ve oradaki meşruiyeti tescil edildikçe ‘millet’ten uzaklaştığına dair görüşler var… Tartışma daha çok Erdoğan’ın özellikle Kürt meselesinde takındığı ‘savaşçı’ tutuma referansla yürütülüyor ve Türkiye’nin en önemli meselesinde devletin geleneksel tutumunun peşine takılmış bir başbakanın, zaten ‘millet’ten uzaklaşıp ‘devlet’e yaklaşmaktan başka bir şansının olmadığı vurgulanıyor.

“Böyle bir değişimin duygusal semptomlarının görülmeye başladığını düşünen biri olarak söylüyorum; bu bana biraz, ‘irticayla mücadele’de devletin çizgisini benimsemeye başladıktan sonra Süleyman Demirel’in içine girdiği değişimi hatırlatıyor…”

Liberal-demokratlar ‘yoldaki işaretler’e neden ‘takılmadı?’

Andığım örneklerin yaşandığı günlerden çok net hatırlıyorum: Liberal-demokratlar bu alarm verici işaretleri (ve burada anmadığım başka işaretleri) vurgulamada ve onlar üzerinden Erdoğan’ı eleştirmede pek hevesli davranmadılar. Muhakkak ki rahatsız oldular, fakat gürültülü bir teşhir faaliyetinden de uzak durdular.

Bunun temel nedeni, on yıllardır süren ve hiç bitmeyecekmiş duygusu veren askeri vesayet rejiminin malûm faaliyetleriydi. Liberal-demokratlar, entelektüel mesailerinin asıl kısmını seçimle işbaşına gelmiş bir iktidarı meşru olmayan yollarla devirmeye çalışan güçlere karşı durmak için harcadı. Bu da, ‘yoldaki işaretler’in ‘görülmemesinde’ en önemli etmen olarak öne çıktı.

Son olarak: Bu yazının spotunda “Yine, tıpkı ilk dönem gibi liberal-demokratların Erdoğan’ın baskıcı dönemindeki tepkileri ve eleştirileri de eksiklikle, yetersizlikle malûldü. İki dönemdeki tepki-eleştiri eksikliğinin farklı nedenleri vardı” diye yazmıştım.

Birinci dönemdeki tepki-eleştiri eksikliğini neye bağladığımı söylemiş oldum. Peki neden baskıcı dönemde de yani askeri vesayet kalktıktan ve rejimin bariz otoriter yapısı açığa çıktıktan sonra da aynı tepki-eleştiri eksiğiyle karşılaşıldı?

Bu soruya psikoloji temelli epeyce spekülatif bir cevabım var: Bana öyle geliyor ki liberal-demokratlar ikinci dönemi daima birinci dönemin yüküyle birlikte idrak ettiler. Kemalistlerin ve sert solcuların birinci dönemin neredeyse bütün sorumluluğunu onlara yıkan saçma sapan kampanyasının ürettiği psikolojik atmosfer onların Erdoğan’ın ve AK Parti’nin bir gün geri döneceği gibi bir umuda sarılmalarına yol açtı. (Günün birinde “Bakın, kötü dönem bir parantezmiş, bu da gösteriyor ki bizim ilk 10 yıldaki desteğimiz yanlış değilmiş” taarruzunu mümkün kılabilecek bir umut.)

Kanaatimce bu psikoloji de ikinci dönemdeki tepki-eleştiri eksikliğinin başta gelen etmeni oldu.

Erdoğan’ın otoriterlik ataklarının arasına zaman zaman yerleştirilen ‘yumuşama’ seanslarından söz ettiğim bir yazımda “Erdoğan ‘gülümseyerek’ muhalifleri kaç kez gevşetti? Gevşemeye en hazır olanlar neden Erdoğan’a ilk 10 yılında açık destek veren ve sonra desteğini çekenler arasından çıkıyor” diye sormuştum.

Böylece bu soruya geç de olsa kendimce bir cevap vermiş oluyorum.



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER