NAZİ’lerin Yahudilere organize saldırısı Kristallnacht’da (Kristal Gece) NAZİ’lerin tahrip ettiği bir sinagog.
Neredeyiz? Sokağın karanlık köşesinde, elindeki bıçakla var olabileceğini düşünen katil adayı, az ilerdeki durakta feri gitmiş ışığın altında otobüs bekleyen kadını gözlüyor. Düşlüyor da denebilir. Yüzündeki kötücül sırıtışla Frankenstein sanki. Nasıl ve neden yaratıldığını sormayın, eli bıçaklı katil adayını hoş görmenizi istemiyorum bugün. Onu yaratanları, koşulları ve vesaireyi unutmuş değilim.
Neredeyiz? Öfkeli bir yüzle marketten çıkan hanımefendiye bakıyoruz uzaktan. Öfkeli; çünkü, iki ekmek, yüz gram peynir, yüz gram zeytin, torunu defter istemişti, çizgili bir defterin yanında bir de eskiden bedava olan poşeti sattılar 25 kuruşa. Kızıyor, haklı mı? Haklı, hiç kuşkusuz haklı. O da biliyor plastiğin doğada erimediğini, ölümcül olduğunu; ama “Kim üretiyor bu plastiği?” sorusuna yanıt bulamadı daha.
Neredeyiz? Silivri kapısındayız. Adını mı değiştirmişler? Değişmez ki, ancak sevgili Can Atalay ve arkadaşları dışarı çıktığında, özgürlük kazanıldığında. Ama bak, Can sanki dışardaymış gibi, sanki duruşma salonunda hakkı hukuku savunuyor gibi konuşuyor koğuşundan. Yüzünde gölgeli bir gülümseme ile fısıldıyor, “Gene yanlış yerdesin kardeşim, o poşeti değil, onun içine koyduklarının fiyatını dert ettiğin gün ancak bir yere varabilirsin!” Can ve arkadaşları sanki dışardadır, bizim suskunluğumuz içerde.
Neredeyiz? Tam karşımızda yüzü olmayan biri duruyor, neredeyiz, neresi burası bilmiyorum; iskemlenin üstüne çıkmış konuşuyor, önemli şeyler söylüyor besbelli, asmaktan, kesmekten söz ediyor. Kimi asacak, kimi kesecek? Kim bunlar? “Yürü” diyor , sanki bir ağıttır, bir öfkeli türküdür, söylüyor; “bunlar aşımıza ekmeğimize göz koyanlardır.” Onlar mı bunlar? Yüzüme bakıyor Can, “İstersen ‘Kristallnacht’ı bekleyenler’ de diyebilirsin.”
Neredeyiz? Bak şu köşeyi dönünce büyük bir kütüphane vardı eskiden, sonra yıktılar, yerinde şimdi devasa bir AVM var. AVM, Alış Veriş
Merkezi’nin kestirmesidir. Artık böyle konuşuyoruz, kısa, kestirme, anlamı gizli. Selam vermiyoruz, “slm” yazıp geçiyoruz. Ya da merhaba yerine “mrb”, tamamdır. TV’de “hbr”lere bakmıyorum ben artık, nesine bakacağım? Bakmayı, görmeyi, bilmeyi unutturmak istiyorlar, teslim oldum ben de. Bakmıyorum, görmüyorum, görmeyince bilmiyor insan doğal olarak.
Neredeyiz? İşte şimdi şuradan sağa dönünce İŞKUR var. O da bir kısaltmadır, hayatımız gibi. İşsizlere iş bulacağı, birkaç ay da olsa geçimlik bir para vereceği söylenen kurumdur. “İş bulabiliyor mu peki?” Hayır bulamıyor. “Neden mi dedin?” Sen yine beni o eski hikâyenin içini sokmak istiyorsun; peki, çünkü kriz var, çünkü patronlar zor durumdalar, borçlarını ödeyemeyeceklermiş, işçileri de çıkarıyorlar işte. Anladın mı? “Anladım.” Ne anladın?
Ne anlatıyor bu sakallı?
Sen anlat öyleyse, neredeyiz biz? Ne anlatıyor sakallı Marx? Diyor ki, “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, verili geçmişten devraldıkları koşullar altında yaparlar.” Başka ne diyor? “Filozoflar diyor, dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumlamakla yetindiler oysa sorun onu değiştirmektir.” “Hepsi bu kadar mı?” Gördün, peki gördüğünle o gördüğünün özü arasında farkı da fark ettin mi? Ettinse bakmak, görmek, bilmek demiştik ya demin, işte onu da anlatıyor ihtiyar.
Neredeyiz? Şu salaş kahvede oturalım, çay içelim, çay hâlâ içilebilir kıvamda burada; bak simitçi de hemen şurada, iyidir, tazedir emektar amcanın simitleri. Fiyatı arttı beş lira oldu, ama ne yapalım. Küçük bir parça peynir de alırız yanında. Sonra artık anlatırsın bana ihtiyarın sakallının krizlerle ilgili sözlerini. Ama kısa olsun, slm gibi, nbr gibi. Gülme, gülecek ne var?
Neredeyiz biz Allah aşkına? Uyan artık, kalk bak. Pek çok ülkeyi şöyle ya da böyle saran ekonomik kriz şimdi gerçekten vahim sonuçları her dakika görülen bir başka krizle katlanıyor. Siyaset teröre, terör savaşa bakıyor. Barış koşuyu yitirmiş gibi sanki.
Sonrası rehavet, teslimiyet ve yıkımdır. İşte oradayız.
Türkiye sanayi üretiminde ülkeler klasmanında gerilerdedir, ihracat içinde ithalâtın payı yüksektir. Uluslararası para sistemindeki gelişmelere direnebilme gücü yoktur; dalgalanmalardan hızla etkileniyor, içerideki gelişmeler de durumu ağırlaştırıyor. Zenginlik kaynağı olarak dayanabileceği bir tarım sektörü son yıllarda iyice zayıfladı, dışarıya bağımlılık arttı, sektörün geleceği falan kalmadı. Peki bu gerçeklere karşın bu boş iddialar, bu parıltılı söylem neye dayanıyor? Sermayenin siyasete güvenine. Siyasetin temel hedefi bu olunca kapitalizmin “ben kâr artıyor mu, artma eğiliminde durum ne ona bakarım”dan başka kural tanımayan insanlık dışı yapısına.
Yan sokaklara kaçanlar
Peki siyasi iktidar bu kaotik yapıyı nasıl oluyor da koruyabiliyor, klasik kapitalizmin kuralları geçerli olmayabiliyor? Aslında iktidarın yöntemi, kargaşa içinde daha yüksek sömürü oranlarını garanti etmek, işçi sınıfının itirazlarının güçle bastırılacağı konusunda güvence vermek ve kanıtlamak. Hepsi budur, sermaye cephesinden herhangi bir itiraz söz konusu değildir, olmayacaktır. Sen olur mu sanmıştın? Neredesin sen?
Yaşadığımız siyasetin sıkıştığı kaotik günlerin siyasi sonuçlarının yanı sıra kültürel sonuçları da var farkındaysan. Kültürel derken geniş anlamda yasal ya da yasadışı yapısal değişimlere karşı hepimizde derin bir şekilde kendini gösteren öfkeden, yılgınlıktan, korkudan söz ediyorum. Öfkenin değişime kanalize edilmesinin, yılgınlığın, artan baskıdan hem de artan korkudan korkmaktan kaynaklandığı, korkunun yaygınlaşmasının önlenmesinin yaşamsal olduğu, bu kültürel alanın olağanüstü çaba gerektirdiği görüşüme katılır mısınız bilmem, ama bu alanda kendini gittikçe daha fazla gösteren belirsizliğin bir hastalık olarak yayıldığı gözle görülebiliyor.
Bu ideolojik kültürel alanda solun eski konumunu yitirdiği açık değil mi? Hayır mı diyorsun, hâlâ kültür dünyasındaki uğursuz tuzakların geri çekilişlerin, yan sokaklardan meydanı terk edenlerin farkında değil misin? Neredesin sen?
Tamam senin umut bağladığın kimi değişimler de yok değil. Öfkenin insanlara, kimi ideolojik tuzakların üstünden atlama cesareti verdiği de ortada. İktidara dinsel bir ideolojiyle kendilerini bağımlı sayanların da gittikçe artan bir öfkeye kapıldıkları, kendilerini aldatılmış hissettikleri görülebiliyor. Üstelik bu öfke, soyguna talana karşı itiraz gizlenemez hale geliyor; her gün biraz daha açık bir şekilde sömürü mekanizmalarına tepkiye dönüşüyor. Doğal olarak dini duygularını belli politik bir formasyonun gereği olarak değil doğallıkla yaşayanlar da karşılaştıkları ölümcül ikilemin nedenlerini, sorumlularını da ister istemez düşünüyor, sorguluyorlar.
Ama dur bakalım, yol uzun zaman kısa, bizim çocuklar içerde hâlâ.
***
Bu uzun yolun kısa zamanın, öfkenin enine boyuna tahlil edilmesinde büyük yarar vardır. Çünkü bu günlerde iktidar�� hâlâ desteklemekte olanlar bile öfkelerini çaresizliğin sığınağında yatıştırmaya çalışıyorlar. Eğer gerçek anlatılabilirse, öfkelerinin bu tevekkül sığınağından çıkacağından emin olabiliriz. Çünkü gerçek ilk defa bu kadar bu kara ideolojinin tozundan, dumanından, yalanından, dolanından, sisinden kurtulma şansına sahip oldu. Ama fazla büyütme istersen. Gerçeği anlatacak olanlar, dilin anlatılmak istenenle bir bütün oluşturduğunu kavrayamayan jargondan, akademinin anlaşılmak gibi bir derdi olmayan söyleminden kurtulabilirse, çok şey, hızla değişecektir. “Ama bazı konular başka bir dille anlatılamaz ki” diyenlere kulak asma sen.
Hadi başa dönelim, neredeyiz biz?
Kaynak: farklı bakış