Mahatma Gandhi, “Yoksulluk şiddetin en kötü formudur” der ve şiddetle yoksulluk arasında bir ilişki kurar. Gandhi’nin bu ifadesini yerinde bulmayabilir ve şiddetin yoksulluğun ötesinde bir kişilik bozukluğu olduğunu belirtebilirsiniz. Buna hiçbir itirazımız olamaz ancak dünyada suça eğilim gösteren kriminal kişilerin çoğunun yoksul ailelere ait olduğunu, dolayısıyla yoksulluğun bireyin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyerek şiddeti tetikleyebileceğini de kabul etmek zorundayız. Açlığa terk edilmiş bir insan eğer kendisini dizginleyecek değerlere sahip değilse her türlü suça meyilli hale gelebilir nitekim şiddeti bütün dünyaya yayan küresel aktörlerin kirli emellerinde kullandıkları pek çok kişinin yoksul ailelerden geldiği ifade ediliyor. Aç insan ihtiyaçlarına ulaşabilmek için her türlü suça eğilimli hale gelebiliyor. O nedenle devletler önce yoksulluğa maruz kalmış halklarının sorunlarını çözmeye odaklanmalı ve bu durumun nelere yol açabileceğini hesap etmelidirler.
Varlığını para ve rekabet üzerine kuran kapitalist sistem, insanı maddi kazanımları üzerinden değerlendirerek, toplumun farklı tabakalarında yer alan bireyleri birbirlerinden uzaklaştırıyor. Hâkim sistem zayıfları, yoksulları hayatın dışına itiyor ve onları adeta yok sayıyor. Yok sayıldığının, önemsenmediğinin, kıyıya itildiğinin farkına varan fertler eğer kendilerini koruyacak değerlere sahip değillerse öç almaya kalkıyor ve tehlikeye dönüşüyorlar. Ve sistem farklı yöntemler kullanarak şiddeti bütün toplumlara yaymaya çalışıyor.
Kapitalist sistem zayıf ve yoksulları dışlayarak cezalandırıyor ve bu marazi bakış açısını tüm dünyaya yayarak maddiyat odaklı bir güç algısı oluşturuyor. Bu durum doğal olarak insanların merhamet ve paylaşım duygularını da etkiliyor ve yoksullar kendilerine uzanacak elden mahrum kalıyorlar. Maddi gücün her şey olduğuna inanan fertler yoksulluğu bir eksiklik olarak görüp küçümsemeye başlıyorlar.
İslam kültürünün hâkim olduğu dönemlerde halklar zekât, sadaka ve hayır hasenat yoluyla yoksullara ulaşmakta ve onların ihtiyaçlarını karşılamaktaydı. Günümüzde ise yardımlar kurumsal bir kimliğe bürünmüş vaziyette ve bu durum veren el ile alan el arasındaki sıcak iletişimin ortadan kalkmasına neden oluyor. Zira Müslümanlar hayır yaparken muhatapla iletişim kurar, onlara değer verir ve hayır dualarını alırlardı. Yapılan yardımlar, içerisinde sevgi, şefkat, dostluk ve kardeşlik duygularını da barındırır ve her iki taraf için de kazanca dönüşürdü. Ancak kapitalist kültür İslam toplumlarının dayanışma ilişkilerini etkileyerek bağlamından kopardı ve eller birbirlerine uzansa da kalpler uzaklaştı.
Kabul ediyoruz, salgın hastalık bütün dünyada sosyoekonomik krizin tetiklenmesine yol açtı ve orta sınıfta yer alan haneler dahi yoksulluk sınırına düştüler. Ekonomik krizin vurduğu aileler gıda, su, eğitim, sağlık gereksinimlerini dahi karşılayamaz hale geldiler. Mali daralma ve ailelerin yaşamlarını sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları hizmetlere erişememeleri ruhsal sorunları tetikledi ve toplumsal depresyon kaçınılmaz hale geldi. Sıra dışı bir dönemden geçiyoruz ancak bizim iddiamızda ve ifadelerimizde ne kadar samimi olduğumuz böyle zamanlarda belli olacaktır. Bugünün dünden daha vahim bir gün olduğunun farkındayız ve iyilikte birleşip, yol kat etmek zorundayız.