Yine yollardayım, başım duman.

Gece karanlığında içerden kaynayan çıplak göğsümle kama keskinliğinde kesen sert esen rüzgarları yara yara dağ yamaçlarında yürüyorum.

Yine yollardayım, başım duman.

Yine yollardayım, başım duman. Gece karanlığında içerden kaynayan çıplak göğsümle kama keskinliğinde kesen sert esen rüzgarları yara yara dağ yamaçlarında yürüyorum. Cebimde kırık bir pusula ile Piri Reis’ten kalma eskimiş bir harita vardır düşe kalak, kimi sürünerek ihtişamlı İslam medeniyetinin izlerini sürüyorum. Sanal allemlerde “haz” ve “hız” sarhoşluğunun pençesinde kıvranan ‘modern insan’ın dramına çare bulurum umuduyla Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Bağdat, Kahire, Merv, Taşkent, Buhara, Endülüs, Kuzey Afrika, Edirne ve İstanbul gibi bu medeniyetin temellerinin atılıp yükseldiği coğrafyaları geziyorum.

        Heybemde bir şey yok. Her bir kervansarayda bir avuç kanlı gözyaşı bırakarak hancılardan ve yolculardan kimi görsem Farabi’yi, İbn Sina’yı, İbn Rüşt’ü, Gazali’i, İbn Haldu’u, İbn Heysem’i, Razi’yi, Tusi’yi… soruyorum. Yalvara yakara bir iz, bir adres arıyorum. “21. Yüzyılın modern çağı denen felaketten geliyorum. Çağdaşlarım “modernizm” virüsünden enfeksiyon kaparak büyük hastalık ve musibetlere maruz kalmış durumdadırlar. Televizyonu, bilgisayarı, interneti; uçakları, balistik füzeleri, atom ve hidrojen bombasını… icat ettik. Şimdi yıldız savaşlarını ve kızıl kıyameti bekliyoruz!   Hekimlerden bir tiryak, bir çare arıyorum. 20. Yüzyılı insanlık dramlarıyla, savaş ve katliamlarla kaybettik. 21. Yüzyılı kurtaralım istiyorum. İnsanlık hiç bu kadar bolluk içinde bu kadar sefalet yaşamamıştır. İslam aleminin hal-i pürmelalini ne siz sorun ne ben söyleyeyim! Felaket üstüne felaket yaşıyoruz. O ihtişamlı medeniyetin üzerinde yükseldiği şehirler acınası durumda şimdi. Tespih taneleri gibi birbirimizden koparak her birimiz bir uçurumun kenarına yuvarlandık.  Ümmetin ortasına “ulusçuluk” diye bir bela düştü, fırtınaya tutulmuş toz bulutları misali darmadağın olduk…”

         Öylece acıyan boş gözlerle bana bakıp duruyorlar. Yabancı bir dille konuşuyormuşum gibi kafalarını sallayıp geçiyorlar. Felek ve Nas surelerini okuyanlar, euzubesmelle çekenler, acil şifa dileyenler… Sonunda kendimi Nizamı-l-Mülk’ten kalma bir bimaristanda buluyorum. Sorumsuzluk makamına düşmüşlerin arasındayım! Evet, bu bir rüya veya halüsinasyon değilse çıldırmış olmalıyım. Mermer bir sütunun dibine çökmüş akli melekelerimi yokladığım sırada yanıma riyazetten ve derinlere dalmaktan hayli zayıf düşmüş aksakallı ve nur yüzlü derviş kılığında biri bana yanaşarak selam verip çömeliyor. “Biz senin dediklerini anlamıyoruz” diyor. “Modern çağın; sanal hazın, bilgisayarın, uçağın, füzenin, atom bombasının… nasıl bir şey olduğunu bilemiyoruz. Mamafih Kur’an’ın başka ilim ve alemlerden söz ettiğini biliyoruz. Senin aramızda ne işin var?” “Ben 21. Asırdan geliyorum. Çağdaşlarımın yaşadığı sıkıntı ve acılara çareler arayan bir gezginim.” diyorum. Az bir soluklamadan sonra “İyi de” diyor. “Her çağ kendi sorunlarını ve kendi imkanlarını üretir. Bu çağdan hangi reçeteyi sana versem kendi asrına taşıdığında son kullanma tarihi geçmiş olacak. Açmazınızı derinleştirmekten başka iş göremeyecek. Bizim yaşadıklarımızdan dersler çıkarın ancak sakın ola ki bizi kendi çağınızda yaşamaya kalkışmayın! Doğrularımızdan istifade ederken yanlışlarımız için mağfiret dileyin. Her hadiseyi kendi çağında ve koşullarında değerlendirmeye bakın…”

         Bu arada diğer tarafta bir gürültü kopuyor. “Baş müderris nerde?” diye bir nida yükselirken yanımdaki derviş o tarafa yöneliyor. Arkasından “sen bu işlerden ne anlarsın? Gazali’yle görüşmek istiyorum!” diyorum. Yanımdan geçen deli kılıklı biri “zaten o Gazali’ydi deli!” diyerek bana nanik yapıyor. Utancımdan dilenci kılığında karanlıktan faydalanarak sıvışıyorum.

                                                                                                8 Aralık/Cuma, 2017/ Bolu F Tipi Cezaevi