ürkiye’de alışmamız gereken -aslında epeyce alıştığımız- konulardan biri de belli periyotlarda bir İslâmcılık (veya siyasal İslâm) tartışması ve bu tartışmada mutlaka bir İslâmcılığın sonunun ilânı.
Gerçi, tartışmaları büyük ölçüde bu periyodik ölüm ilânları tetikliyor. Bu ilânla birlikte birçok insanın tartışmaya girerek ya gerçekten öldüğünü veya aslında ölmediğini ispatlamaya çalışmaları da bu tartışmaların rutini. Başka rutinlerden birisi herkes tarafından İslâmcı bilinenler veya siyasal kamplaşma veya ayrışma içerisinde İslâmcı olarak bilinenlerin de “İslâmcı” ifadesine itirazları. Bu itiraz yoluyla aslında belki de İslâmcılığın sonunu ilân edenlere de başka türlü itiraz etmiş oluyorlar.
Öyle oluyor da, dönüp dolaşıp belli periyotlarda neden bu ölümü, bu sonu yaşıyoruz?
Olayın şöyle bir ironik tarafı da oluyor. İslâmcılığın sonunu ilân edenler bir süre sonra sahneden çekiliyor, yani tabiri caizse ölüveriyorlar veya siyaseten söylemleri, söyleyecekleri tükeniyor, ama İslâmcılık her nasılsa onların teşhisine rağmen bir süre daha yaşamaya devam ediyor ki, bir sonraki ilânı yapmak başkalarına düşüyor. Bir vesileyle olayı Nietzche’nin Tanrı’nın Ölümünü ilan eden sözüne benzetmiştik. Bir duvar yazısına da yazılmıştı: “Tanrı öldü, imza: Nietzche” ve bir sonraki satırda “Nietzche öldü, imza: Tanrı”.
Allah affetsin, İslâmcılığın öldüğünü söyleyenlere karşı, bu işin o kadar basit olmadığını, İslâmcılığın her Müslümanın eylemine içkin bir varlık iradesi olduğunu anlatma tasasına düştüm hep. Zamanla bu işin tabi olduğu periyottaki düzeni fark ettikçe ne kadar beyhude bir işle uğraştığımı fark ettim desem, umarım kimse beni de İslâmcılığa tövbekârlardan saymaz.
Şunu net olarak görüyorum. Bu teşhisleri veya teşhis iddialarını ortaya koyanların ne İslâm’ın mahiyetinden ne de siyasetin tabiatından haberleri olmadığı gibi genel anlamda İslâmcılık olarak temayüz eden siyasal hareketlerin niyet ve zihniyet çözümlemesine, siyasal hermenötiğine en ufak bir vukufiyetleri var.
Giriş cümlesi Lailâhaillallâh (kula kulluğun reddi, kulluğun sadece Allah’a tahsisi) olan bir dinden siyaseti soyutlamaya çalışarak kendilerini siyasete bulaşmayan salt Müslümanlar olarak niteleyenler İslâm’dan ne anladıklarını sanıyorlar? Her gün ve her yerde insanı kendine kul etmeye çalışan, bu uğurda yeryüzünü fesada boğan, bozgunculukla düzenlerini kuran Tanrı müsveddelerine karşı koymadan, onlarla ve onların bağnaz ve gözü kara kullarıyla mücadele etmeden Müslüman olunabileceğini mi?
Daha önce de söyledik, İslâmcılık bu yanıyla tüketilemeyen bir potansiyeldir, çünkü her gün kendini namaz gibi, oruç, hac, kurban, şehadet, zekât gibi en temel eylemlerde ortaya koyuyor. Bu eylemler üzerine hiçbir politik söylem geliştirilmese bile bunların kendiliğinden felsefesi İslâmcı duyguyu, iradeyi ve duruşu her zaman yeniden üretmeye yetiyor.
Siyaset insanın en temel varoluş düzeylerinden, insanın kendini realize ettiği bir etkinlik biçimi, dünyaya kendi değerleri ve ilkeleri doğrultusunda müdahale iradesiyle temayüz eden bir insani varoluş.
Kula kulluğun reddi her şeyden önce bir duruştur, bir mücadele sürecidir ve bunun toplamı aynı zamanda İslâmcılığın içeriğini doldurur. Bu arada adına İslâmcılık demeyebilirsiniz de.Nihayetinde İslâmcılık bir isimlendirme. Müslüman isminin onda kastedilen şeyi fazlasıyla içerdiği söylenebilir. İslâmcılık kavramına mazmununu reddetmeden, onu ifadeye Müslümanlığın yettiğini düşünerek itiraz edenler olabilir. Farklı hassasiyetler giriyor devreye, anlaşılabilir hassasiyetler. Ancak kavrama itiraz giderek mazmununa da itiraza dönüşebiliyor. Siyasetin en sığ tanımına müracaat edilerek kula kulluğa mücadelede dost ve düşman ayırımını felç eden bir istikamet kaybına yol açabiliyor.
Evet. Dost-düşman ayırımı, siyasetin en geçerli tanımlarından biri aynı zamanda ve Müslüman için de en kurucu ayırımlardan biri.
Müslümanlar kimin velisi/dostudur, kimin düşmanı? Ya kafirler birbirlerinin velisi, dostu değil midir? Onların dinine tabi olmadığın sürece, onların siyasi kamplarına dahil olup kendi kardeşlerini satmadığın sürece senden razı olmazlar ya. İslâm’ın kurucu söyleminde içkin olan bu en temel siyasi duruş var olduğu sürece siyasal İslam’ı kim nereye bitirebiliyor? Bu duruşu kaybetmeden, kendi dostlarına başkalarını tercih edip düşmanla bir olmadan siyasal İslâm’ın bitişini görmek nasıl mümkün olabilir?
Siyasal İslâm’ın bitişini belli bir başarısızlığa bağlayanların dönüp tekrar görmeleri, şahit olmaları gereken şey bu siyasallığın başarıyla veya başarısızlıkla kendini ispatlayabilecek bir gerçeklik olmadığı gerçeğidir. Mesela bugün kimse siyasal Hıristiyanlığın, Yahudiliğin veya Budizmin bitişinden bahsedemez. Bu dinsel siyasallıklar insanlığa çok büyük çareler sunabildiği için mi? Asla. Bilakis bir siyasallık zorunlu olarak bütün insanlığa çözüm üretmekle veya belli bir başarıya ulaşarak var olmaz. Bir siyasallığın varlığı ona inananlar bütününün onun etrafında kendi kimliklerini, dostlarını ve düşmanlarını belirledikleri mücadeleleriyle gerçekleşir.
Siyasal İslâm’ın bitişini bir başarısızlığa bağlayanlar, ondan nasıl bir başarı bekliyorlardı acaba?
Asıl can alıcı soru budur aslında: Bugün dünyanın her yanında toprakları işgal altında olan, ülkelerinde darbelere maruz kalıp her türlü zulme maruz kalan, dünya müstekbirlerinin hem korkulu rüyası ama aynı zamanda bu korku yüzünden de sürekli mazlum ve mağdurları olan Müslümanlara, onların temsil ettiği duruşa, hangi insaf kriterleriyle, nasıl bir başarı veya başarısızlık atfedilebilir?