Yılmaz Özdil türünün iyi, zeki ve son örneğidir.
İyidir, çünkü cenahının en çok okunan yazarıdır. Bu başarısını yazılarında ki zekâ kıvraklığına borçlu olduğunu da itiraf etmeliyiz. Lakin yaratıcı değil; aynı dar çerçeve içerisinde döner durur. Tıpkı “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” deyiminde belirtilen acıklı hâl gibi.
Lâkin zekiliği yazılarında ki kelime oyunları ile sınırlı değildir. Kazanç hususunda kimsenin aklına gelmedik yöntemler bulmaktaki mahirliğine, şapka çıkarmamak mümkün değildir. Mesela çalakalem yazdığı “Mustafa Kemal” kitabının beherini İki bin beş yüz TL’den, bin sekiz yüz seksen bir adet satmanın formülünü keşfedebilmiş bir yetenektir, kendileri.
Zekâsının kazandırdığı aşırı güven iki olumsuz halin zuhuruna sebebiyet veriyor. Bunlardan ilki üslubunun son derece sulu olması...
İkincisi halkı küçümserken tatmış olduğu haz neticesi dûçâr olduğu esriklik hali. Gerçi bütün Kemalistlerin yaşadığı bir vaziyettir halkı hor görmek. “Halk plajlara hücum etti vatandaş denize giremedi” hesabı.
İşte tam bu noktada Sayın Özdil’in, türünün son örneği olmasının sınırı başlar. Sonra da uzar da uzar.
Bu toplumun ne kadar değeri varsa onunla savaşır. Hele din iman gibi konulara girilmesin, kan beynine sıçrar. Kafası 1930’ların Türkiye’sinde kaldığı için günümüzün değişen şartlarını okuyamaz. Bu milletin tarihi tecrübesi ile kazandığı melekelere karşı taassuba varan husumeti nedeniyle her yeniliğin arkasından basar feryadı figanı.
Merhum Cemil Meriç’in ifadesiyle her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye çalışan kişinin abesliği ile maluldür.
Keza teşbihte hata olmasın yine Merhum Meriç’in ifadesi ile Efendisinin ilacını içen hizmetçi misali şifayı hep Batıdan bekler.
Çünkü sona eren bu kafaların kıblesi Batı’dır. Bu kafanın takıntısı Batı karşısında sus pus öğrenci olurken kendi halkının karşısında şedit bir öğretmen rolüne soyunmak...
Pardon aydınlatıcısı olmaktır.!
Dünyada yaşanan Korana vakası bunun en son örneği. Sayın Özdil ve benzerleri Batılı ülkeler salgın karşısında nal toplarken onlara methiyeler düzmek için bin bir dereden su getirirken sıra kendi ülkelerine gelince kötülemek için hiçbir akli, vicdani ve etik sınır tanımazlar.
Kanaatimce bu türün içine düşmüş olduğu açmazın önemli bir sebebi de yazmaktan okumaya fırsat bulamıyor olmaları.
Kemalist yazarımız bir yazısında güya Türkiye’yi eleştirirken Filistin’e, Sudan’a, Somali’ye, Pakistan’a Arakan’a, Palau’ya Yemen’e, Kızılderililere ve Afrika’nın mazlum diğer halklarına yaptığı yardımları diline dolayarak, aklı sıra dalga geçmeye çalışıyor ; ‘bu kafayla biz bir tek bize yetmeyiz’ demeye getiriyor.
Kızdım mı, kızdım. Ama empati yapınca hak vermezlik edemedim. Türünün son kafası ne anlasın geleceğin büyük Türkiye’si için elzem olan adımların atılmasından.
Esin kaynağı olan Avrupa Birliği çözülürken geleceğin büyük devleti olmanın gereklerini yerine getirmekten.
Karantina sebebiyle okuduğum kitaplardan birisi de Karen Barkey tarafından kaleme alınmış olan “Farklılıklar İmparatorluğu Osmanlılar”. Yazar karşılaştırmalı tarih perspektifi ile Osmanlı’nın nasıl büyüdüğünü, Moğol baskınları, dağılmış Selçuklu ve Bizans arasından nasıl sıyrılıp büyük bir imparatorluk haline geldiğini soruyor ve cevabını arıyor.
Ve “neden diğer beylikler değil de Osmanlı?” diye de soruyor.
Cevabı çok basit: Osman Bey ve Orhan Bey’in halklar arasında köprülük yapması. Müslüman, Hıristiyan, Rum, Kürt, Türk ayırmadan aralarında bağ kurması; halklar arasında adalet üzerine inşa edilmiş sosyal bir ağ oluşturması, zayıfın ve ihtiyaç sahibinin yardımına koşması. Böylece birbirleri ile çekişen kavgalı olan toplulukları barıştırıp bir araya getirmesi.
Bizans’ın en iyi savaşçılarının, Türklerin safına geçmesi yaygınlaşınca İstanbul Patriği İznikli Hıristiyanlara bir mektup yazarak, inançlarından vazgeçip Müslüman olmamaları çağrısında bulacaktır çareyi.
Son kafalardan bunu anlamalarını elbette beklemiyorum. Onlar ilham kaynakları olan Batının halini anlamaktan dahi acizler.
Lakin biraz izan ve insaf beklemekte hakkımızdır, sanırım.
Kaynak: Milat Gazetesi