"Haritada yerini bulmakta güçlük çektiğimiz bir ülkede, tanımadığımız, hatta mevcudiyetinden habersiz olduğumuz bir kişinin temel hak ve özgürlüğü, insanlık onuru ve haysiyeti saldırıya uğramışsa, o insan biziz. Çünkü onun kişiliğinde gerek birey olarak, gerek toplum olarak hepimizin temel hak ve özgürlüğü, hepimizin insanlık onuru çiğnenmektedir. Bu itibarladır ki, problemi hakkı çiğnenen kişiyle, ona saldıran arasındaki kişisel hesaplaşma olarak basite irca edemeyiz. Bu olayı kamusal hatta evrensel boyutta ele almadığımız takdirde, zulme seyirci kalmış oluruz. Ve sırf seyirci kalmak, sırf tavrımızı belirtmemek suretiyle zulme biz de katılmış oluruz."
Bu sözler, hukuk öğrencilerinin, avukatların kütüphanesinde bulunan “Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku” kitabını Prof. Dr. Sulhi Dönmezer ile birlikte yazan ünlü ceza hukukçusu Prof. Dr. Sahir Erman’a ait...
Hukuk eğitiminin bir kısmını İtalya’da tamamlanmış Prof. Sahir Erman’ın bir kimliği daha vardı.
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası’nın büyük üstadıydı. Masonluk üzerine kitaplar yazmıştı, onun adına loca kurulmuştu, hatta ardından mason locasında oğulları üstat olmuşlardı.
İşte bu büyük mason üstadı, ceza hukukçusunun önüne 1981 yılında bilirkişilik yapması için bir kitap geldi: Süleymaniye Minberinden İslam Nizamı.
Üç ciltlik kitap, 1970’den beri 11 yıldır Süleymaniye Camii’nde imam-hatiplik yapan Ali Rıza Demircan’ın cuma hutbelerinden oluşmaktaydı.
12 Eylül darbesi yeni olmuş, darbenin gerekçelerinden biri de irtica tehlikesiydi. Kitabın laikliğe aykırı olup olmadığı hakkında Prof. Erman’ın bilirkişiliğine başvurulmuştu.
Emir de büyük yerdendi.
O sırada İstanbul’u yöneten Sıkıyönetim Komutanlığı, Beyoğlu Sorgu Hakimliği’ne bir istihbarat göndererek kitap hakkında soruşturma açılmasını istemişti.
Darbe atmosferinde, hararetli hutbelerden oluşan kitaba ceza çıkması gayet mümkündü. Zaten bir imam için Sıkıyönetim Komutanlığı’nın isteğini geri çevirmeyi kim göze alabilirdi ki?
Ama öyle olmadı.
Kitabı inceleyen büyük mason üstadı, ceza hukukçusu Prof. Sahir Erman, bilirkişi raporuna kitabın içeriğinin laikliğe aykırı olmadığını yazdı. Mahkeme başkanı Nihal Kural da kitap ve yazarı Süleymaniye imam hatibi Ali Rıza Demircan hakkında yargılamaya gerek yoktur kararı verdi.
Demircan bir yıl daha Süleymaniye’de hutbe vermeye devam etti.
1980’lerin ortasında ise meşhur kitabı İslam’a Göre Cinsel Hayat’ı yazdı. O sırada Beyoğlu Piyalepaşa Camii imam hatibiydi. Kitap büyük olay yaratmış, üst üste baskı yapmıştı.
Ama kitabın “Taaddüd-i Zevcad” yani çok eşliliği anlattığı kısımları laik çevrelerce topa tutulmuştu. Darbenin üzerinden henüz beş yıl geçmiş ve hala Cumhurbaşkanı Kenan Evren’di.
Tartışmalara Diyanet’in bağlı olduğu Devlet Bakanı Kazım Oksay da katıldı. Meclis kürsüsünden kitabın “dine yapılacak en büyük kötülük olduğunu” söyledi. Diyanet’in gerekeni yapacağı mesajını verdi.
Tabii o mesaj hemen alındı. Diyanet İşleri Başkanlığı, Denircan’ı Piyalepaşa’dan alıp Uşak’a sürdü.
Sonra hakkında irtica suçlarını düzenleyen 163. maddeden Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde dava açıldı. 15 yılla yargılandı. Davası bütün dünya medyasından büyük ilgi gördü. İtalya’da hakkında belgesel yapıldı. Demircan üzerine yaptığı haber yüzünden Time dergisinin Suudi Arabistan’a girişi yasaklandı. DGM Hakimi Demircan’a “Laiklikten yana mısın, değil misin açıkla” diye sormuş, Demircan da “Evet” diye cevap vermişti. Gazeteler günlerce davanın haberlerini yaptılar. Tabii ki başlıklar Demircan’ın aleyhineydi.
Ama bu ağır şartlara rağmen davanın sonucu yine beraat oldu.
Ali Rıza Demircan’ı suçlu bulmak için mevzuat ve şartlar uygundu. Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılanmıştı. Hakkında dava açılmasını birinde bizzat Sıkıyönetim Komutanı, diğerinde bakan istemişti.
Ama bütün bunlar adaletin yerini bulmasını engellemedi.
Üstelik bir keresinde 33’üncü dereceden mason üstadı bir ceza hukukçusunun eliyle...
Herkes kendi tartısında tartılıyor.
Ahlak, erdem, adalet, hakka girmemek, vakıf malına saygı Cuma hutbelerinde cemaate söylenmiş nasihatlerden ibaret değil, hayatın, olayların, iktidarların karşısında test oluyor.
O testi bazen İtalya’da hukuk okumuş büyük bir mason üstadı geçebiliyor ama onca şey yaşamış o Süleymaniye Camii’nin imam hatibinin bakan yardımcısı olmuş oğlu geçemeyebiliyor.
2020 yılında, 40 yıllık bir vakfa apaçık siyasi nedenlerle el konmasını “mevzuat böyle” diyerek savunmak da ona kaldı.
Halbuki, 163’üncü maddeden kitaplar yargılanırken, başörtüsü yasakları varken de mevzuat öyleydi. Birileri de “ne yapalım mevzuatı uyguluyoruz” diyerek haksızlıkları savunuyordu.
Aslında burada “mevzuata uygun” bahanesinin arkasına saklanmak bile kolay değil.
Bilim ve Sanat Vakfı’na kayyım atanması, 15 Temmuz darbesinin hemen ardından 20 Ağustos 2016 günü TBMM’de kabul edilen “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik
yapılmasına dair kanun” adlı 81 maddelik bir torba kanun içine atılmış bir düzenlemeye dayanıyor.
Birbirinden farklı konulardaki bu torba kanunda YÖK Kanunu’nun ek 11’inci maddesine yeni ek maddeler eklendi.
Bu maddelerde bir vakıf üniversitesinin YÖK tarafından garantör üniversitesine devredilme süreçlerini kolaylaştıran düzenlemeler var.
Maddelerden birinde de şöyle deniyor: “...kurucu vakfa, Yükseköğretim Kurulu ile birlikte Vakıflar Genel Müdürlüğünün talebi üzerine yetkili mahkeme tarafından kayyım atanır.”
40 senelik Bilim ve Sanat Vakfı da 12 senelik Şehir Üniversitesi’nin kurucu vakfı olduğu için bu maddeye giriyor. Bu maddeyle yarın bir gün Sabahattin Zaim Üniversitesi, garantör üniversitesine devredilirse kurucusu olan 60 yıllık İlim ve Yayma Cemiyeti’ne, Sabancı Üniversitesi devredilirse Sabancı Vakfı’na, İbn Haldun devredilirse TÜRGEV’e kayyım atanabilir.
Tabii YÖK ve Vakıflar’ın talebi üzerine...
Bu kısma gelmeden, darbeden sonra olağanüstü hal varken bir torba kanun içinde YÖK Kanunu’na neden bu ek maddelerin eklendiğini anlamaya çalışalım.
Bunun için bakılacak yer 6745 sayılı torba kanunun görüşüldüğü Plan ve Bütçe Komisyonu tutanakları.
Torba kanun olduğu için maddeler Plan ve Bütçe Komisyonu’nda karara bağlanmış. Üstelik bu maddelere sıra geldiğinde saatler gece yarısını çoktan geçmiş.
Bu saatte artık maddeleri anlamadıklarından şikayetçi olan milletvekillerine bu maddelerin neden torba kanununa konulduğunu YÖK Başkanvekili Mehmet İsmail Safa Kapıcıoğlu şöyle açıklamış:
“15 Temmuz 2016 akşamı yaşanan ve Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan‘ın çağrısı üzerine meydanlara inerek engellenen darbe teşebbüsü sonrasında Resmî Gazete‘de yayımlanan Olağanüstü Hâl Kanun Hükmünde Kararnamesi çerçevesinde 15 vakıf üniversitesi kapatıldı, bu şekilde sayı azalmış oldu. Bu on yıl içeresinde özellikle çok hızlı şekilde kurulan vakıf yükseköğretim kurumlarının YÖK denetim kapasitesinin yetersizliği ve kötü niyetli bazı vakıf yöneticilerinin üniversite görünümü altında usulsüzlük, yolsuzluk ve kaynak aktarma girişimleri gibi nedenlerle 2547 sayılı Kanun‘un vakıf üniversitelerini düzenleyen maddelerinde önemli değişikliklerin yapılması zarureti hasıl olmuştur. Önemli bir husus: Mayıs 2016 tarihinde yapılan YÖK Genel Kurulunda ilk kez çok büyük bir yolsuzluk, usulsüzlük ve kaynak aktarımı yapıldığı tespit edilen bir vakıf üniversitesi hakkında faaliyet izninin geçici olarak durdurulması kararı verilmiştir. Üniversitenin yönetimi garantör üniversite olan İstanbul Üniversitesine devredilmiştir. Bu devirden sonra, üniversitenin çok ciddi borçları ve ihtiyati tedbir kararları mevcuttu. Bu İstanbul Üniversitesi’nin, öğrencilerle ilgili işlemlerin yapılabilmesi için öğrenci kayıtları yapılırken bütün öğrenci ücretleri bu ihtiyati tedbir kararı sebebiyle borçlara alacaklılar tarafından el konulmaktaydı. Bu sebeple, özellikle bu geçici olarak el konulan vakıf üniversitelerinin işlemlerinin rahat yapılabilmesi, eğitim öğretiminin aksamaması için bu önergede bahsedilen değişikliklerin yapılması zarureti hasıl olmuştur.”
YÖK Başkanvekili’nin gerekçesinden açıkça görüldüğü gibi bu ek maddeler özel bir vaka için çıkarılmış. Burada adı verilmeyen üniversite Haliç Üniversitesi. Yasanın hemen öncesinde Mayıs, Haziran aylarında ortaya çıkan yolsuzluk, kara para aklama gibi kriminal iddialarla YÖK üniversiteyi garantör üniversitesine devretmişti. Daha sonra davalar açıldı, kurucusu hapse atıldı, hatta üniversitenin eski yönetimi, yeni yönetimi devirmek için rektörlüğü silahlı bir grupla bastı.
Böyle özel bir vakadan bahsediyoruz.
Ama böyle bir vakada bile üniversitenin kurucu vakfına kayyım atanması talebi önüne gelen İstanbul 21’inci Asliye Hukuk Mahkemesi, bir torba kanunda gece yarısı Meclis’te kabul edilmiş bu ek maddelerin anayasaya aykırı olduğunu söyleyerek, maddeleri Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı.
Mahkemeye göre ek maddeler temel hakların kısıtlanmasında ölçülülüğü düzenleyen Anayasa’nın 13’üncü maddesi ve dernek ve vakıf haklarını garanti altına alan 33’üncü maddesine aykırıydı.
Mahkemenin önüne gelen kanun maddelerini Anayasa Mahkemesi’ne taşıması sık görünen bir uygulama değil. Anayasa Mahkemesi, bu başvuruyla ilgili anayasaya uygunluğa girmeden, uygulama ve yasanın çıkış tarihleri açısından teknik bir karar vererek mahkemenin yetkisizliğine karar verdi.
Yani karşımızda olağanüstü hal koşullarından, krimal olayların yaşandığı bir üniversiteye özel olarak, bir torba kanun içinde Meclis’ten sabaha karşı geçirilmiş, ilk uygulayan mahkemenin bile Anayasa’ya aykırı olduğunu iddia ettiği bir madde var.
Üstelik maddede “Yükseköğretim Kurulu ile birlikte Vakıflar Genel Müdürlüğünün talebi üzerine” mahkemenin kayyım atayabileceği de yazılı.
Yani “yasal zorunluluk, ne yapalım” denip geçilemez.
Nitekim, Şehir Üniversitesi 19 Aralık’ta Marmara Üniversitesi’ne devredilmesine rağmen, kurucu vakıf Bilim ve Sanat Vakfı’na üç gün öncesine kadar kayyım atanmamıştı.
Herhalde bu maddenin uygulanmasıyla ilgili yorum, 26 Aralık tarihinde Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem’in görevden alınmasıyla değişti.
Çünkü Ertem, bir vakfa el koymayı bırakın hem Cumhuriyet tarihi boyunca mallarına el konmuş azınlık vakıflarına hem de 28 Şubatçıların mallarına el koyduğu İslami vakıflara mallarının iade edilmesine öncülük etmiş bir genel müdürdü.
Üstelik 28 Şubat devrinde de laik medya ve askeri bürokrasinin şimşeklerini üzerine çekmiş, muhafazakar camiayı ve vakıflarını da iyi tanıyan bir isimdi.
O da aradan çekilince iktidarın önündeki son fren de kalkmış oldu.
Herkesin takdir ettiği bir vakfa karşı yapılan bu uygulama, son bir kaç yıldır Türkiye’de olan bitenlerin pek çoğunu sessizce izlemiş, hatta bazılarına bildirilerle destek vermiş muhafazakar vakıfları da ayağa kaldırdı.
Şehir Üniversitesi’ne yapılanlara ses etmemiş olan 30’dan fazla vakıf sosyal medya hesaplarından peş peşe yaptıkları açıklamalarla, Bilim ve Sanat Vakfı’na kayyım atanmasını eleştirdi.
O bildiriler ve yayınlanan mesajlarda ortak bir temenni cümlesi vardı: İnşallah bu karar bir yerden döner.
Ama dönmedi.
Aksine, bu vakıfların açıklamasından sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü meydan okuyan yeni bir açıklama daha yaptı.
Bu açıklamada artık ilk açıklamalarındaki “mevzuat böyle” bahanesinden de vazgeçilmiş, Şehir Üniversitesi ve Bilim ve Sanat Vakfı’na taarruza geçilmişti:
Açıklamada Şehir Üniversitesi için şöyle deniyor:
“Çeşitli vakıfların kurduğu üniversitelerimiz, başarılı çalışmalarıyla ülkemizin gururu olarak önemli başarılara imza atmışlardır. Bilim Sanat Vakfı tarafından kurulan İstanbul Şehir Üniversitesi'nin durumu ise, bu güzel görüntünün bir istisnası olarak kamuoyumuzca yakından takip edilmiştir”
Bilim ve Sanat Vakfı için ise şöyle:
“Yanlış tutumları ve tasarruflarıyla hem üniversiteyi, hem vakfı çöküş noktasına getirenlerin, tarihimizde değerli bir yeri olan vakıf kavramını zedeleyenlerin, tevazu içinde özeleştiri yapmak yerine, sürekli olarak görevini yerine getiren kurumları suçlayıcı ifadelerle ortaya çıkmalarının takdirini milletimize bırakıyoruz.”
Daha önce Şehir Üniversitesi ile ilgili yapılan açıklamalara benzeyen, muhtemelen aynı kalemden çıkmış, bir genel müdürlüğe, üstelik vakıfları temsil eden bir makama yakışmayan öfkeli siyasi bir açıklama bu.
Büyük mason üstadı Prof. Sahir Erman, sıkıyönetim komutanına rağmen bir imamın kitabı için yazdığı bilirkişi raporunda kendi inandığı doğrulardan vazgeçmemesiyle hatırlanacak.
Bazıları da bu açıklamayla.
“İnşallah bu karar bir yerlerden döner” diye diye gelinen uçurumun kenarı tam burası oluyor...