Türkiye’de yeni partiler bana hep yılbaşı mesajlarını hatırlatır.
Çocukluğumuzda yılbaşı programlarında, gece yarısına beş kala ünlüler çıkar, “Yeni yıl hepimize barış, mutluluk ve esenlikler getirsin” derlerdi. Yeni yıl bunların istediklerinin tam tersini yapar; darbe, kaos, depresyon, pahalılık filan gibi şeyler getirirdi. Ama bir sonraki yıl yine aynı kalıp dilekler tekrar edilirdi. Hiçbir yılbaşı programında, “Yahu biz geçen sene ve ondan önceki senelerde de böyle böyle dileklerde bulunduk. Niye bizim söylediklerimizin hep tersi çıkıyor?” diye sormazlar, soramazlardı. Yeni yıla hep “esenlik” dilekleriyle girer, o yıldan hep “nedamet”le çıkardık. İşin dramatik tarafı, yılbaşı programlarında herkes şarkılar söyler, başına tuhaf külahlar takar, adını bilmedikleri bir şeyi üfler dururlardı. Senede bir gün de olsa yeni yıl mesajlarıyla -yeni yıl çekilişlerinde olduğu gibi- herkese ümit dağıtılırdı. Dağıtılır ve kısa bir süre sonra o ümitler dağılır giderdi.
AK Parti’den istifa eden Mustafa Yeneroğlu’yla Ahmet Taşgetiren, Yıldıray Oğur ve Elif Çakır’ın yaptığı röportajı okurken, bu “esenlik” mesajları geldi aklıma. Yeneroğlu, Türkiye’nin halinden çok şikâyetçi. “İnsan hakları”, “demokrasi”, “çoğulculuk” gibi temennilerde bulunuyor. Türkiye’nin yeni bir siyaset anlayışına ihtiyacı olduğunu vurguluyor; barış, mutluluk ve esenlik getirecek bir anlayışa... Bu sebeple, “Demokratik bir blok” oluşursa desteğini esirgemeyeceğini ifade ediyor.
Açıkçası ben röportajı okurken “içeriye” yönelik yaptığı eleştirilerden çok, dışarıya verdiği mesajlara dikkat ettim. Tecrübemiz bize, bir siyasetçinin içeride kimi eleştirdiğinin değil, dışarıda kime itiraz ettiğinin daha önemli olduğunu gösteriyor. Çünkü içeride birbirini yiyen partilerin dışarıda aynı patrona selam durması, bizim siyasi tarihimizin küçük bir özetidir.
Uzun yıllar Almanya’da yaşayan Yeneroğlu, henüz 13’ündeyken Amnesty International’a, sonrasında Greenpeace’e, 16’sında ise Sosyal Demokrat Parti’ye üye olmuş. “Sosyal liberal düşünen bir gençtim. Helmuth Schimit’in çizgisini çok beğenirdim” diyor. Yahudi soykırım anıtının önünde diz çökmesi, o zamanki nesil için “çok etkileyici”ymiş. Çoğulcu toplum düzenini savunan Yeşilleri de çok beğenirmiş Yeneroğlu.
Sonra laf kaçınılmaz olarak Erbakan Hoca’ya geliyor. İlk öğrendiğimiz, Hoca’nın Yeneroğlu’na “saygıda kusur” etmemiş olması. “Oysa” Avrupa’daki “genç nesil” olarak “çok ciddi” fikir ayrılıkları varmış Hoca’yla. Ahmet Taşgetiren’in yazısına seçtiği “Yeneroğlu Nesli” başlığı da sanırım röportajın bu kısmından çıkarılmış: Hoca’nın saygıda kusur etmediği ama Hoca’yla ciddi fikir ayrılıkları olan bir nesil!
Peki, Hoca’yla hangi konularda fikir ayrılıkları varmış? İşte burası çok önemli. Dedim ya, Türkiye’de içeride neye itiraz ettiğiniz değil, dışarıda neye itiraz ettiğiniz önemlidir. Yeneroğlu lafı uzatmadan hangi noktalarda fikir ayrılıkları olduğunu söylüyor: “Antisemitizme karşıydık, genellemeci Batı düşmanlığına itiraz ediyorduk.” Sonra, kozmopolit bir Avrupa tasavvuruna sahip olduklarını da ekliyor Yeneroğlu. Ve bir de tabii ki AB üyeliğini destekliyorlarmış.
“Genellemeci Batı düşmanlığı”ndan doğrusunu söylemek gerekirse ben bir şey anlamadım. Karşısındaki üç kişi de bu noktada bir şey sormamış. Milli Görüş’ün literatüründe herkes bilir ki, “Batı” kavramı; Paris’te, Berlin’de, Stockholm’de ya da Seaatle’da evinin bahçesini sulayan, ya da işten dönerken Walmart’a uğrayıp mısır gevreği alan adamı içermez. Batı, kendi çıkarlarını “uluslararası hukuk”, “insan hakları” “demokrasi” ya da “evrensel kültür” gibi kavramlar aracılığıyla dayatan kurumları ifade eder. Bu kurumların Hintli, Honduraslı, Belçikalı ya da Haitili biriyle temsil edilmesi de bu gerçeği değiştirmez.
“Antisemitizm” kavramı da hayli kullanışlı bir kavramdır. Çoğu zaman uluslararası faizci düzeni ve Siyonizm’i arkalamanın daha nazik bir ifadesi olarak kullanılır. Mesela İsrail’in varlığından yanasınız ama bunu açıkça söyleyemiyorsanız, “Antisemitizme karşıyım” demeniz de küresel çıkar merkezleri için yeterlidir. Tabii ki, röportajı yapan kişiler Yeneroğlu’nun bu cümlesini de açma gereği görmemişler. Belki de görmüşler ama gördükleri için açmamışlar, bilemiyorum.
Biraz önce dedim ki, Türkiye’de birbirini yiyen partiler, söz konusu Batı olunca, ABD olunca aynı düşünce çizgisinde hizalanırlar. Bunun en açık örneği CHP-DP karşıtlığıdır. İlginçtir, Demokrat Parti ilk seçimlere girerken yayınladığı parti programında pek çok şey söylemiş, pek çok şey vaat etmişti. Yayınlanan programın en kısa bölümü ise “Dış Politika” bölümüydü. Dış politika hakkında söylenecek pek bir şey olmadığı, önceki dönemlerin dış politika anlayışının devam ettirileceği vurgulanıyordu. Nitekim 1950 seçimlerinden sonra Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü gazetelere demeç vermiş ve “Dış politikaya gelince, ittifaklarımıza, bilhassa İngiliz, Fransız, Türk ittifakına ve daha da kuvvetlendirmeye çalışacağımız sıkı Amerikan dostluğuna sadık kalacağız. Dış politikada hiçbir değişiklik yapılmayacaktır.” demişti. O yüzden Türkiye’de siyasetçiler Erbakan Hoca’yı severler, sayarlar, sitayişle anarlar. Yeneroğlu’nun tam isabetle “çok ciddi” dediği “Batı karşıtlığı” hariç...
***
Yılbaşı mesajlarıyla başladık, Eurovizyon’la bitirelim.
Benim yaşımda olanların yılbaşı programları kadar unutamadığı bir başka “milli eğlencemiz” Eurovizyon şarkı yarışmalarıydı. Bizim için neredeyse Kıbrıs Harekâtı kadar önemliydi. Puanlama başladığında strese girer, nefesimizi tutar, hangi ülkenin bize kaç puan vereceğini merakla beklerdik. Avrupalı bir devletten yüksek bir puan gelince, yarışmanın unutulmaz sunucusu Bülent Özveren’in sesi daha bir yükselir, “İsviçre’den 7 puan!” der, biz de onunla birlikte heyecanlanırdık. Bir ülke en fazla 12 puan alabilirdi ama 7 puan da bizi mutlu etmeye yeterdi. Fakat yine de İsviçre’nin bize olan “muhabbeti” kifayet etmez sonuncu ya da sondan ikinci filan olurduk. Ama o İsviçre’nin tavrı, işte o, bizim ümidimizi bir sonraki seneye kadar canlı tutardı.
Aradan yıllar yıllar geçti. Tam da Eurovizyon’un o eski tadının kalmadığı bir zamanda, Sertap Erener’in “Everyway That I Can” şarkısıyla birincilik de geldi. Muhtemelen birileri yarışmayı düzenleyenlerin dilinden konuşmak gerektiğini anlamıştı. Bunu anlamış ve puanlar gelmeye başlamış, birinci olmuştuk.
Bize gelince;
Birinci olmuştuk olmasına ama bizi birinci yapan şarkıyı bırakın söylemeyi, ismini bile telaffuz edemiyorduk.
İlginç bir trajedidir bu: Söyleyemediğimiz bir şarkının kazananı olmak.