Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, 25 Temmuz 1990 Çarşamba günü, Bağdat’taki sarayında önemli bir misafiri ağırlıyordu. Yakın danışmanlarının refakatinde, Saddam’ın kabul ettiği isim, ABD’nin Bağdat Büyükelçisi April Catherine Glaspie idi. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın bir Arap başkentine atadığı ilk büyükelçi olan Glaspie, 1988’de geldiği Irak’ta söz konusu randevuya kadar Saddam’la şahsen hiç görüşmemişti. Irak’tan önce Kuveyt, Suriye ve Mısır’da diplomat olarak görev yapan Glaspie, Amerikan Hariciyesi’nin o dönem Ortadoğu konusundaki en tecrübeli aktörlerinden biriydi. Saddam’ın, başkente ayak basmasından yaklaşık 1,5 yıl sonra Glaspie’yi nihayet görmek istemesi, Kuveyt’le devam etmekte olan gerilimin Washington nezdinde nasıl algılandığını anlamak içindi.
Görüşme sırasında, Saddam Hüseyin Büyükelçi Glaspie’ye, Kuveyt ve bazı Arap ülkelerinin uyguladığı politikalar sonucu büyük zarara uğradıklarını söylemiş, Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in arabuluculuk çabalarının önemini vurgulamış, 30 Temmuz’a kadar da Kuveytli bir diplomat heyetinin müzakereler için Bağdat’a geleceğini belirtmişti. “Kuveytlilerle bu toplantı yapılıncaya kadar herhangi bir adım atmayacağım konusunda Mübarek’e söz verdim” diyen Saddam, “Başkan George Bush’a sıcak duygularımı iletiniz” cümlesiyle görüşmeyi kapatmıştı. Büyükelçi Glaspie de cevap sadedinde, çeşitli Arap ülkelerinde görev yaptığını hatırlatarak, “O zaman da -şimdi olduğu gibi- Araplar arasındaki meselelerde taraf değiliz” demişti.
Saddam Hüseyin bu cümleleri dikkatle not etmişti. Büyükelçi Glaspie’nin sözleri, bir gün önce -24 Temmuz’da- Amerikan Dışişleri Sözcüsü Margaret D. Tutwiler’ın “ABD’nin, Kuveyt’i savunma konusunda bir sözü var mı?” sorusuna verdiği cevaba benziyordu: “Bizim Kuveyt’le herhangi bir savunma anlaşmamız bulunmuyor. Kuveyt’e verilmiş özel bir savunma veya güvenlik sözümüz de yok.” Aynı ifadeler, 31 Temmuz’da Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı John Kelly tarafından tekrarlanacaktı: “ABD’nin Kuveyt’i savunmak gibi bir teminatı veya niyeti yok!”
Kendisine yakılan bu açık yeşil ışıktan sonra, Saddam Hüseyin’in 2 Ağustos 1990 günü Irak ordusuna Kuveyt’i işgal emri vermesinde şaşılacak bir durum yoktu. Saddam açısından asıl şaşılacak şey, ABD’nin -önceki sözlerin ve iddialı açıklamaların aksine- Kuveyt’i savunmak için bütün gücüyle sahaya inmesi ve peşine Suudi Arabistan liderliğindeki Arap dünyasını takmasıydı. Bağdat’taki rejimin kabullenmesi güç olsa da, Washington yönetimi Saddam’ı tuzağa düşürmüştü.
1990’dan 2003’teki işgale kadar, ABD cephesinin Saddam Hüseyin’e olan düşmanlığının esas ceremesini masum ve mazlum Irak halkı çekti. Uygulanan acımasız ambargolar sıradan halkın en temel ihtiyaç maddelerine erişimini kısıtladı, yüz binlerce çocuk ilaçtan ve tedaviden mahrum kaldı. Sözde hedef rejimdi, ancak Baas kadroları zaten kendilerini çoktan güvenceye almış bulunuyordu. On yıllardır olduğu gibi, uluslararası tepişmede yine Irak halkı eziliyordu.
11 Eylül Saldırıları bahane edilerek gerçekleştirilen Irak işgalinin en keskin neticesi, devrilen Saddam Hüseyin rejiminden doğan boşluğun İran tarafından doldurulması oldu. ABD, birçok alanda kasten açık bıraktığı noktaları İran ve ona bağlı güçlerin ele almasına göz yumdu. Böylece, 2001’de Afganistan’ın işgali sırasında başlayan işbirliği, Irak’ta da devam etmiş oldu. Saddam’a duyulan öfkeyle Irak’taki Sünnî dokunun darmadağın edilmesi, elbette ABD’nin de işine gelecekti. Söz konusu yardımlaşma, 2011’den sonra bu defa Suriye’de sahneye konacak, DAEŞ türü yapılanmaların ortaya çıkarılması ve onların nezdinde bütün bir Sünnî dünyanın “radikal” ve “terörist” ilân edilmesi sağlanacaktı. Bugün Batı basınına dikkatle baktığınızda, “cihadist” türünden yaftaların sadece Sünnîlere yapıştırıldığını, sahada düpedüz mezhepçi saiklerle kıyımlara girişen Şiî terör örgütlerinin sükût kalkanıyla koruma altına alındığını görürsünüz.
Saddam sonrası Irak’ın dizaynında belki hesaplanmayan tek nokta, Irak-Arap Şiîliğinin İran’ın dayattığı Fars Şiîliğine direnişiydi. Günümüzde artık bütün boyutlarıyla sahneye çıkmış bulunan bu rekabette özellikle Muktedâ Sadr ismi önemli. Onun mensubu olduğu Sadr ailesinin Şiî dünya içindeki duruşuna ve konumuna değinmeden, Irak’ta bugün yaşanan kaosu anlamlandırmak da mümkün değil.
Cumartesi yazısında, Şiî dünyada Sadr ailesini ve bu ailenin önemli bazı mensuplarını konuşalım.