Hatırlanacağı üzere bir süre önce İstanbul Şehir Üniversitesi’nin tüm varlıklarına tedbir konulmuş, ardından önce üniversiteye sonra da üniversitenin bağlı olduğu Bilim ve Sanat Vakfı’na kayyım atanmıştı. Ülkenin, özellikle de İslami camianın en prestijli ve nitelikli iki kurumunu hedef alan bu işlemlerin hukuken ve ahlaken meşruiyeti problemli iken şimdi de üniversiteyi kapatmanın önünü açacak düzenlemenin Meclis Komisyonu’nda kabul edildiği gündemimizde. Yasa teklifi, bir üniversitenin tamamen kapatılabilmesi için kurucu vakfa kayyım atanması halinde bile tek yetkili organ olan vakıf mütevelli heyetinden yetkiyi alıp YÖK’e devretmeyi içeriyor. TBMM Mili Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu’ndan geçen ve YÖK Kanunu’nun bazı maddelerinde değişiklik yapılmasını öngören yasa teklifi adını doğrudan anmasa da Şehir Üniversitesi’ni hedef aldığı açık. Nitekim Komisyon görüşmelerinde muhalefet partilerinin temsilcileri de bu duruma işaret ettiler.
***
Şehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Ömer Dinçer’in de belirttiği üzere gerçekten de Şehir Üniversite’ni hedef alan bu yasa teklifi keşke bunu açıkça ilan etmiş olsa. Açıkça ilan ettiğinde hiç olmazsa bu yanlış düzenlemenin Şehir Üniversitesi’yle sınırlı olacağını düşünebilirdik. Ancak bu haliyle yasa teklifi doğrudan yüksek öğretim sistemimizi, vakıf üniversitelerini, sivil toplumu, devlet-toplum ilişkisini ve niteliğini olumsuz etkileyen bir durum yaratıyor. O halde her haliyle problemli olan bu sürecin değerlendirilmesinde fayda var. Belirtildiği üzere üniversiteye ve vakfa kayyım atanması başlı başına problemliyken küresel bir krizle boğuştuğumuz şu günlerde böyle bir girişimin ülke gündeminde olması skandaldır. Zamanlaması, usülü ve içeriği apaçık yanlış olan bu uygulamayı Türkiye ciddiyetle tartışmalıdır. Bu tartışma teknik, prosedürel bir mevzuat tartışması değildir. Bu mesele, Türkiye’de devletin işleyişi, devlet-toplum ilişkisi, sivil toplumun varlığı ve güvenliği gibi pek çok alanı ilgilendiren hayati bir meseledir.
***
Açık konuşmak gerekirse bu meseleyi tartışmak da ‘Kral çıplak!’ diyebilmekle ilgili. Neden? Türkiye’de çok uzun yıllar, sorunları konuşmak fiili olarak yasaklandığı için anlamlı bir muhalefet, anlamlı bir kamusal aktör olmak için gereken şey cesaretti. Resmi hakikat düzeninin tarif ettiği şeyin doğru olmadığını söylemek başlı başına birşeydi. Lakin uzun bir zamanın, zorlu bir mücadelenin ardından doğru olanın nasıl olması gerektiği ve uygulamaya nasıl geçirileceği noktasında cesaretin ötesinde daha sofistike bir siyaset isteyen döneme eriştiğimizde bunun gereklerini karşılamak yerine eskinin çözülüşünü yeni için yeterli gören bir konformizmi tercih ettik. Konformist dönemdeki atalet, iç ve dış gelişmelerin de yönlendirmesiyle çözülen eskinin tarz ve zihniyet olarak daha güçlü dönmesi için bir hazırlık dönemi vazifesi gördü adeta. Bugün Şehir Üniversitesi dolayımında yaşadıklarımızın bize ihtiyaç duyduğumuz temel şeyin yine cesaret olduğunu gösteriyor olması bunun önemli bir kanıtı. Bu tip dönemlerde mesele yanlışlığı ve kötülüğü apaçık olan şeyin yanlış ve kötü olduğunu söylemek oluyor mücadele.
***
O yüzden böyle bir atmosferde konuşmak ağırlaşıyor. Konuşmanın taşıdığı risk dışında bir de apaçık yanlışın yanlış olduğunu, fenalığın fena olduğunu anlatma tuhaflığına girişmeniz gerekiyor. Yapılan yanlış ve olası etkileri var, yanlışın yapıldığı ortamın ve ilişki ağının niteliği var ve yanlışın doğrudan veya dolaylı olarak bir vatandaş olarak size söylediği veya sizi muhatap kıldığı bir şey var. Bu tip durumlarda aklıma hep Hüseyin Avni Ulaş Bey ile Kel Ali arasında geçen ibretlik konuşma gelir: Malum Hüseyin Avni Bey ‘Aliler’ mahkemesinde idamla yargılanlar arasındaydı. Uydurma da olsa bir delil ortaya konamayınca hakkında beraat kararı verilen Hüseyin Avni Bey’e Kel Ali kararı bildirdiğinde şu unutulmaz karşılığı alır: “Bugüne kadar namusumdan emindim, fakat şimdi şüphe ediyorum.” Beklemediği bu cevap karşısında şaşıran Kel Ali “Niçin?” diye sorar. Bunun üzerine Hüseyin Avni Ulaş Bey “Hepsi de benden bîgünah ve namuslu arkadaşları astınız. Bende ne gibi namussuzluk gördünüz ki, bu şerefli ölümden esirgediniz” cevabıyla karşılık verir. Öyle ya bugün diğer vakıf üniversitelerinin bu uygulamadan muaf tutulmuş olmasının veya kayyım atanmamış vakıfların durumlarının gerekçesi Şehir Üniversitesi’nden veya Bilim ve Sanat Vakfı’ndan daha iyi olmak olmadığını hepimiz bildiğimize göre ortada nahoş bir durumun olduğu apaçık.
***
Burada işin neden olduğu, perde arkasında asıl aktörlerin kimler ve gerekçelerin neler olduğu gibi işi yüzeyselleştiren ve magazinel bir boyuta çeken hususlara dikkat çekmek gerekiyor. İşin ahlaki ve ilkesel boyutlarını göz ardı edip reel-politiğin kıskacında mevzuyu tüketmek başka tür bir operasyondur. Bu uygulamalar, bu uygulamaların hayata geçtiği ortam ve uygulamaların doğrudan veya dolaylı muhatap aldıkları açısından hayati önem taşıdığı gerçeğini gözeterek konuşmak durumundayız. Bu düzenleme usul ve içerik açısından izaha mutaçtır, zamanlaması itibariyle izaha muhtaçtır, çağrışımları, imaları, içinde geçtiğimiz konjoönktürel bağlamı itibariyle izaha muhtaçtır. Düzenlemeyle hedef alınan nitelikli ve prestijli kurumların varlığına son verilmesi değil konuşulması gereken. Mevcut ilişki biçimi ve tarz-ı siyasetin egemen olduğu ortamda sosyo-kültürel aidiyetteki benzerliğin bile; siyaseti değil aktörün varlığını hedef alan üstelik eldeki tüm araçların operasyonel bir şekilde kulanıldığı yok etme pratiğine engel olamadığı ve tabiri caizse bir tür ‘kardeş katli’ne yol verdiği boyutuyla da konuşulması gerekiyor. Çünkü bu iklim aynı zamanda kamp içi bir ayrılığı, bir itirazı, bir heyecansızlığı da varoluşsal bir tehdide dönüştürebiliyor. Hatta bu tarz bir haleti ruhiye dışardaki ‘düşmanlar’dan ziyade içerde bir ayrılık, itiraz emaresi gösterenleri ontolojik bir hedef yapmakta çok daha atak davranabiliyor. Şayet hukukla mukayet, denge denetleme mekaniği mevcut ve siyaset alanı geniş ve çoğulcu olan bir devlet yapılanmamız yoksa içerdeki bu ayrılığın veya itiraz odağının etki ve durumuna göre muhatap alınmamaktan görünmez kılınmaya-sessizliğe mahkum edilmeye, düşmandan haine, muhaliften suçluya kaydırılması çok da zor olmuyor. Diğer taraftan kurumların, idari ve yargı mekanizmalarının, basın-yayın araçlarının süreci belirlenmiş bir hedefe doğru sürüklemesi çok daha önemle üzerinde durulması gereken devletin yapılanma biçimi, işleyişi, sivil siyasetin genişliği ve derinliği vs. gibi bu ülkenin geleceğini belirleyen boyutlarıyla ele alınmasını gerektiriyor.
***
Bu tarz bir muameleyi ve ilişkiyi meşru göstermek alenen seviye yitimine rıza göstermektir. Ülke adına, hepimiz adına hele hele sorumlu/yetkili olanlar adına ne ilkesel ne ahlaki açıdan savunulması mümkün olmayan ibretlik uygulamalar hayata geçiriliyor. Yapılan uygulamaları bırakın savunmayı eleştirmenin bile haysiyet kırıcı olduğu, seviye yitimi anlamına geldiği bu iş ve işlemlere muhatap olmak utanç vericidir.
Siyasal hesaplaşmaların ne tür bilinmez maceralara bizi sürüklediği şeklinde öznesi ve konusu belli olmayan ağlak dil yerine ülkenin, toplumun ilkesel ve ahlaki seviyesini muhafaza ve müdafaa etmek gibi acil bir mevzu önümüzdedir. Ahlaki ve ilkesel standartları adalet, özgürlük ve ötekinin varlığını, meşruiyetini ve rızasını gözeten bir dil temelinde dillendirmek ve uygulamaları takip etmek varoluşsal bir sorumluluktur. Kötülüğün sıradanlaşmasına, keyfiliğin alan genişletmesine gerçekliği muhal bir takım siyasi mülahazalar üzerinden onay vermek bugünü ifsad etmek, ülkeyi anlamlı bir gelecekten mahrum bırakmaktır. Ülkenin ve toplumun varlığını anlamlandıran ve mümkün kılan şey bir takım ideolojik ve baskı araçlarının günün reel politik gereksinimleri doğrultusunda operasyonel şekilde kullanılması değil ahlakın, adaletin, özgürlüğün titizlikle korunması ve kollanmasıdır. Alev Alatlı’nın alkışlanan konuşmasında belirttiği üzere ‘bu yüzyılın en önemli meselesi yasal olan ile helal olanı örtüştürmektir. Çünkü her yasal hak, helal değildir.” ve bu düzenleme vesilesiyle sınandığımız yer de bu yasal ile helal olanın apayrı yerlere düşmüş olması gerçeğidir.