Türkiye siyasetinde hareket eksik olmaz; siyaset sahnesi her daim canlı, gündem sürekli yoğun ve içinden geçilen günler hep “kritik”tir. Bununla birlikte hareketin ve heyecanın dozunun bir nebze daha yükseleceği bir döneme giriliyor. Çünkü 17 yıldır ülkeyi yöneten iktidar partisinin içinden iki yeni partinin çıkması söz konusu.
Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan, AK Parti’nin ağır toplarındandı. AK Parti’nin 2002-2015 aralığında izlediği dış politikada Davutoğlu’nun, iktisadi politikada ise Babacan’ın derin izleri vardı. Denilebilir ki AK Parti’nin dış politikasının mimarı Davutoğlu, ekonomi politikasının mimarı ise Babacan’dı.
Sonra AK Parti ile yollar ayrıldı ve yeni arayışlar başladı. İlk başlarda bu iki ismin birlikte hareket edeceği düşünülüyordu. Lakin siyasete yaklaşımlarının farklı olduğundan bahisle Davutoğlu ve Babacan aynı çatı altında bir araya gelemediler. Her biri kendi partisini kurma gayreti içine girdi. Uzun süredir devam eden çalışmalar artık son düzlükte; 2020’ye girmeden iki partinin de resmi olarak tabelalarını asmaları bekleniyor.
SEÇMENİN ELİNİ KUVVETLENDİRMEK
Yeni partilerin kurulması başlıca iki açıdan değerlendirilebilir. Birincisi, meseleyi demokratik ilkeler bağlamında ele almaktır. Demokrasi, çok sesli bir rejimdir. Dolayısıyla siyasi arenada ne kadar fazla ses çıkarsa o kadar iyidir. Yelpazenin geniş olması, seçmenlerin alternatiflerini çoğaltır, elini kuvvetlendirir. Aynı ve/veya benzer hassasiyetleri paylaşan toplumsal kesimlere hitap eden çok sayıda partinin varlığı, bu kesimler üzerinde bir partinin tekel kurmasını engeller.
Bir siyasi parti alanda rakipsiz olduğunu düşündüğünde halktan yükselen seslere daha az kulak kesilir. Fakat kendisini zorlayacak güçlü seçeneklerin olduğunu bildiğinde kendine çeki düzen vermek ve toplumsal taleplere karşı daha duyarlı bir siyaset izlemek mecburiyetinde kalır. Rekabet, siyasete kalite getirir, insanları tek bir partiye mahkûm olmaktan kurtarır ve temsili güçlendirir. Bu itibarla, demokratik standartları yukarı çekmek için, siyasi mücadeleye katılan parti sayısının artmasını desteklemek gerekir.
İkincisi, cari şartlar çerçevesinde konuyu irdelemektir. Acaba, siyasete yeni bir soluk getirme iddiasındaki partilerin şansı nedir? Halkta karşılık bulmalarını sağlayacak bir iklim var mıdır? Kitlelerde bir umut yaratabilecekler midir? Şikâyet ettikleri mevcut düzeni sarsabilecekler midir? Ciddi bir iktidar alternatifi olabilecekler midir? Yoksa doğumları bir ölüm doğum şeklinde mi gerçekleşecektir?
NORMALDEN KORKMAK
Çoğaltılması mümkün bu suallere ilişkin genel kanaatim, siyasi zeminin yeni bir partinin kurulması için elverişli olduğu yönündedir. İki noktanın altı çizilebilir bu çerçevede:
1.Türkiye, şu anda “normal” bir ülke değil. Normalin kaybı, sadece Kürt meselesi, Alevi meselesi, AB ile ilişkililer, vb. gibi “büyük” meselelerde yaşanmıyor; insanların hayatına doğrudan temas eden “sıradan” meselelerde (mesela, kamu kurumlarına personel alımında) bile karşımıza çıkıyor.
Giderek normal olandan uzaklaşıyor Türkiye ve ısrarla normalleşmeden kaçınıyor. Sanırım bunun nedeni, AK Parti-MHP ittifakının normal şartlarda iktidarlarını koruyamayacaklarını düşünmeleridir. Tersinden söylemek gerekirse, Cumhur İttifakı iktidarını, olağanüstülüğün devamına bağlamış durumda. Bunun için iktidar medyasında, olağanüstü koşulların sürdüğünün propagandasını yapılıyor. Olağan dışılığı olağan kılan bir iktidar dili kullanılıyor ve toplum hep bir teyakkuz durumunda tutulmaya çalışılıyor. Böylece iktidarın anormal ve gayri-hukuki işlemleri, daimi kılınmak istenen olağanüstü hale dayandırılarak meşrulaştırılıyor.
Yani normale dönmek, AK Parti ve MHP için önemli bir tehdit ve sıkıntı kaynağı. Ancak beri taraftan halk normalleşmek istiyor. Her normal düzende olduğu gibi kendini güven altında hissetmeyi ve geleceği öngörebilmeyi arzuluyor. Olağanüstülük halkı yordu, normalleşme öne çıkan bir talebe dönüştü. Böyle bir vasatta normalleşmenin taşıyıcılığını üstlenen ve halka devleti yönetebileceği güvenini veren bir siyaset geniş hareket alanı bulabilir.
SİYASİ BOŞLUK
2.Türkiye’de bir siyasi boşluk var; İYİ Parti’nin aldığı oy, bunu teyit eden önemli bir gösterge. Kadro derinliği olmayan ve Türkiye’ye yeni bir söz söylemeyen bir partinin çok kısa bir zaman zarfında %10’luk bir oya ulaşması, alandaki boşluğu ve seçmenlerin arayışını göstermesi açısından üzerinde durulması gereken bir örnektir.
Hâkim iktidar anlayışı toplumda bir muhalefet üretiyor. Ancak adaletsizliğin yaygınlaşmasından ve refah kaybından kaynaklı bu toplumsal muhalefet gerektiği gibi kendini gösteremiyor, konuşamıyor ve geri çekiliyor. Bunun bir sebebi devlet baskısı ve korku ise diğer sebebi de önderliğine güvendiği bir siyasal partinin yokluğudur.
CHP, ana-muhalefet postunda oturuyor ama bu parti de iki handikapla malul: Handikaplardan biri, geçmişinden ötürü özellikle muhafazakâr ve dindar çevrelerin CHP’ye güvenmemeleridir. Diğeri ise, CHP’nin yönetim becerisine ilişkin genel bir şüphenin varlığıdır.
Gerçi hâlihazırdaki CHP yönetimi kendilerine dönük bu bakışı değiştirmek için birtakım hamleler yaptı. Misal, Kılıçdaroğlu başörtüsü konusunda bir özeleştiri yaptı ve geçmişte partisinin başörtüsünü ülkenin önemli büyük problemi haline getirmesini büyük bir hata olarak niteledi. Ancak bu ataklara rağmen CHP’ye dönük yaygın ve derin güvensizliğin ve şüphenin kırılabildiğini söylemenin imkânı yok.
Velhasıl bir taraftan iktidar sorun üretiyor, ürettiği sorunları çözemiyor ve toplumsal talepleri karşılayamıyor. Diğer taraftan ise mevcut partiler, toplumsal muhalefetin taşıyıcılığını üstlenemiyor ve siyasal boşluğu dolduramıyorlar. Bunun yeni partiler için bir fırsata tekabül ettiği şüphe götürmez.
Ancak fırsatın varlığı tek başına bir anlam ifade etmez; bu fırsatları güçlü bir hale getirmek ve kullanabilecek mahareti göstermek gerekir. Yeni partilerin akıbetini belirleyecek olan da budur.