Yıllar öncesinde bir öğretmen arkadaş bana, öğrencilerinin soracağı soruları kitapta sorulan sorularla sınırlandırıp, başka sorular sormasını engellediğini anlatmıştı. Öğrenciler ancak kitapta belirlenmiş soruları sorabilirlerdi. Hiç kuşkusuz bu durum öğretmenin kendine gelebilecek bir soruyu cevaplayamama ihtimali karşısında duyduğu tedirginlik ve güvensizlikten kaynaklanıyordu. Kültürel ve mesleki bilgi yetersizliğinin getirdiği bir güvensizliktir bu. Öğretmen, kendisine gelebilecek ve cevaplamakta zorlanacağı soruyla karşılaşacağı anın sıkıntısını ömür boyu yaşar.
Kitap okumadığı bunu hayatının bir parçası yapmadığı halde sürekli olarak kitap okumanın faziletlerinden söz eder. Konuşmalarında birkaç roman ismi vererek eskiden çok kitap okuduğunu anlatır. Böylece halen kitap okumaya devam eden muhatabını bunun geçmişte kalan bir eylem olarak yapıldığını söyleyerek içinde bulunduğu durumu meşrulaştırmaya gayret eder. Zihninde kitabın hayatın belli döneminde okunacak daha sonra terk edilecek bir araç olduğu anlayışı vardır.
Görevi okumak ve okutmak olduğu halde, okumaya bu kadar mesafeli olan bir kişinin kendini tekrar etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Dünyada bunca değişme yaşanmasına karşın onun zihni soğuk savaş dönemine takılı kalmıştır.
Sınıfa girdiğinde çocukları zararlı alışkanlıklara karşı uyarır ve onlara sağlıklı yaşamanın koşullarını anlatır. Biraz önce teneffüs sırasında bahçede öğrencilerin karşısında sigara içtiğini aklına bile getirmek istemez. Davranışları ve söylemleri arasındaki çelişkinin nasıl bir zemin yarattığının farkında bile değildir. İnsanların söylenenlerden değil, gördükleri davranışlarından daha çok etkilendiğini ilkesinden habersizdir.
Sürekli halinden, hayattan, öğrencilerden, ekonomiden… kısaca her şeyden şikayetçidir. Ona göre her şey kötüye gitmektedir. Bu kötümser bakışla hayatın güzelliklerini sürekli ıskalar.
Öğrencilerini sürekli okumaya araştırmaya, sorgulamaya yöneltecek söylemlerde bulunur. Ama kendi elinde bir kez bile olsa bir romanla görmemiştir onu öğrencileri.
İçerikle ilgili bir endişesi olmadığı için sürekli görüntüyle, forma takılır. Tarih, kültür ve din hakkında derinlikli hiçbir analizi yoktur. Cumhuriyet tarihi hakkındaki bilgi birikimi “Kubilay” ve “Şeyh Said” olayının üstünden üretilen irtica karşıtlığı ile sınırlıdır. Tek Parti dönemini kutsar; demokrasiye geçilen 1950 yılını çöküşün başlangıcı olarak görür. Türkiye’de demokrasinin önünü açan Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan’dan karşı devrimci olarak söz eder. Hukuk bilinci İstiklal Mahkemeleri ve 1960 yargılamalarını doğru bir biçimde analiz edecek nitelikte bile değildir.
Türkiye ve dünya gerçekleri hakkında yeterli bilgi birikimine sahip olmadığı için ideolojik ezberlere ve şablonlara sığınır. Cumhuriyet tarihi üzerinden edindiği ideolojik paradigma ona sarsılmaz bir güvenlik alanı sağlar.
Ahlak konusunda içerik ile değil, biçimle ilgilenir. Görüntü onun için her şeydir ve ahlakın biricik ölçütüdür. Giyinişte biçimselliği kutsar. Kravat takma ve günlük tıraş olma konusunda son derece hassastır. Çoğulculuğa o kadar karşıdır ki, öğrencilerini sürekli forma içinde görmek ister. Üniforma taraftarlığının otoriter, faşist rejimlerin ürünü olduğunu bildiği halde, ilericilik ve modernlik adına savunmaktan geri durmaz. Forma ile disiplin arasında insanı hayrete düşüren analojiler girer. Yine de giyinme biçimiyle ahlak ilkeleri arasında kurduğu bağlantının niteliksel zayıflığının farkındadır. Kravat ve formaya olan bağlılığının da, sakal ve başörtüsü karşıtlığının temeli de aynı otoriter zihniyet dünyasından beslenir. Ahlak anlayışının temelini saygı, yalan söylememe, yardımsever olma yerine şekil ve görüntüyü ön planda tutar.
İçerik kaybolduğunda formun yüceltildiğinin bile farkında değildir. Bundan dolayı zihni içerikle(ahlak) değil, formla(dış görünüş, kural) daha çok ilgilidir. Zihinsel olarak 1930’ların tek tipçi otoriter zihniyetine takılıp kalmıştır.
Öğretmenin toplumdaki itibarının sürekli kaybolduğundan şikayet ederek, geçmişin otoriter dönemlerine güzelleme yapar. İtibarın meslekle değil, kişinin ahlaki duruşu ve meslek başarısıyla ilgili olduğunun farkında bile değildir. Otoriterliğin getirdiği sahte ve içeriksiz saygının, özgürlüğün getirdiği çoğulculuktan çok daha sorunlu olduğunu kavranamayan bir yüzeysel anlayışın esiridir.
O, en iyi eğitim Köy Enstitülerinde verildiğine emindir. Köy Enstitüleri kapandığı andan itibaren eğitim reformunun sona erdiğine inanır. Zaman olarak günümüzde yaşadığı halde, zihinsel olarak geçmişte yaşamaktan kurtulamaz.
1950’ye kadar süren tek parti otoriterliğine gönülden bağlıdır. Yapılan devrimlerin toplumsal zeminde karşılığının ne olduğu konusunda derinlikli hiçbir analize sahip değildir.
Sınıfta herkesin sessiz durmasından hoşlanır. Öğrencilere soru sorma imkanı bırakmaz. Sonra da itaatkar, sorgulamayan nesiller yetiştiğinden şikayet eder.
Herkesin birbirine benzediği bir düzende ahlakı şekle indirgeyen zihin, bu zihniyet dünyası içinden çoğulculuğun nasıl türediğine kafa yormaz. Kendini yenileyemediği için değişim karşısında negatif bir tavır takınır.
İçinde yaşadığı milletin dini ve kültürel değerlerine yabancıdır. Buna karşılık modernlik ve batıcılığa olan bağlılığı da yüzeyseldir. Kendi toplumunun ait olduğu kültürel birikimin farkında olmadığı gibi, Batı felsefesi hakkında da yeterli birikime sahip değildir. Bu anlamda İbn Arabi, Gazali, İbn Haldun ile Aristoteles, Platon, Nietzeche’ye de eşit derece de uzaktır.
Tarihi, kültürel sorunlarla ilgilenmekten hoşlanmaz. Dolar ve araba fiyatları arasındaki değişim en önemli sohbet konuları arasındadır. Hafta ortasına kadar geçmiş, hafta ortasından itibaren gelecek maçların analizlerini yapar.
Yeterli birikimi olmadığı için siyasal, toplumsal ve ekonomik analiz yapmaktan kaçınır. Dini ve kültürel konulardaki birikimi yetersizdir. İslam felsefesi, kelamı, tarihi konusunda var olan bilgileri şaşılacak derecede sınırlı ve yüzeyseldir.
Dindarlığı da, çağdaşlığı da gösterişçidir. Aslında ne Batıyı ne de içinde yaşadığı toplumun dinamiklerinden habersizdir. Söylediği tezin arkasını dolduracak kitabi bilgiden ve derinlikten yoksundur. Bilgi kaynakları genellikle geleneksel anlatılarla sınırlıdır.
Dindar, milliyetçi, solcu ya da Kemalist ulusalcı fark etmez. Niteliksiz öğretmenlerin temel özelliği yüzeysellikleridir. Felsefi donanımdan yoksun oldukları için öğrencilerini daima baskı altına almak ve susturmayı amaç edinirler. Karşısındaki insan üzerine egemenlik kurmanın yolunun onları baskı altına almak gerektiğine inancı tamdır.
Kendini geliştirmek ihtiyacını hissetmez. İdeolojik taraftarlığın kendine sağladığı güvenlik alanını terk etmemek için elinden geleni yapar. Kendini geliştirmediği için bir gün karşısına çıkacak cevaplayamayacağı bir sorunun kabusu içinde kıvranır.
Tüm olumsuzlukların dışında görevinin omuzlarına yüklediği sorumluluğun farkında olan, tarihi ve kültürel değerlerlerine bağlı, Batı ve kendi kültürünün dinamiklerini bilen, öğrenme ve öğretmenin zevkini yaşayan, sürekli kendisini yenileyen, şikayet etmek yerine elinden geleni yapmaya çalışan fedakar öğretmenler de vardır. Onlar bu ülkenin yüz akıdırlar.
Yaşadığı coğrafyanın, tarihin, inançlarının, kendini var eden değerlerin farkında olan öğretmenlere ne mutlu. Onlar Yahya Kemal’in deyimiyle “Kökü mazide olan ati”dirler. Onlar ülkenin umudu, geleceğidir. Onlar din, vatan ve millet kavramlarını dolardaki dalgalanma üzerinden değil, derin bir tarihsel aidiyet üzerinden okurlar.
Onlar sokakta selam verip, okulda günaydın demek zorunda kalan öğrencilerin zihinsel yarılmışlığını iyi bilirler. Selam vermenin tarihsel ve dini aidiyetin sembolü olduğunu, bu davranışın laikliği zedeleyeceği değerlendirmelerine katılmazlar. Yanlarından geçen öğrencinin “Günaydın Hocam” demesinin de, biraz ileride karşılaştıkları kantinciye “Selamun aleyküm abi” diye seslenmeleri davranışının da ne anlama geldiği, nasıl bir travmaya yol açtığının farkındadırlar. Bu davranışın nasıl bir mekansal ve zihinsel bölünmeye yol açtığının bilincindedirler.
Bu topraklarda yaşamanın tarihsel değerini bilen öğretmenlere selam olsun.
Kaynak: Özgün İrade Dergisi 2019 Ekim Sayısı