Yeni bir toplum?

Taha Kılınç, Suudilerin ramazan ayı üzerinden “dini hayatı” tamamen devletin, dolayısıyla Batılı paradigma üzerine temellendirme çabalarsının onlar için bir talihsizlik ve tarihsizlik olduğunu belirtiyor.

Yeni bir toplum?

Suudi Arabistan İslâmî İşler Bakanlığı, Ramazan başlamadan önce yayınladığı bir talimatnamede, mübarek ay boyunca ülkedeki cami ve mescitlerde geçerli olacak kuralları kamuoyuna duyurdu. Buna göre:

* İmamlar ve müezzinler, çok ciddi bir mazeretleri olmadıkça görev yerlerini asla terk etmeyecek,

* Ezan ve namaz vakitlerine tam riayet edilecek,

* Teheccüd namazları, sabah namazı vaktinin girmesinden çok önce bitirilecek,

* Teravih namazlarındaki dualar kısa tutulacak; duada edebiyat ve belagat çabasına girişilmeyecek,

* Bakanlığın tespit ettiği ve onay verdiği kitaplardan, cemaate dersler yapılacak,

* Namaz ve dua sırasında video kaydı yapılmayacak; namaz ve dualar yayınlanmayacak,

* Camilerde itikâfa girmek isteyen herkes, yetkili mercilerden izin alacak. İmamlar, bu kişilerden sorumlu olacak,

* Camilerde hiçbir şekilde yardım toplanmayacak,

* Camilerin içinde iftar verilmeyecek. Cami dışında iftar için hazırlanan mekânlar, yemekten sonra hızla temizlenecek,

* Camilere çocuklar getirilmeyecek.

Bu maddelerden bazılarının namaza giden cemaatin faydasına olduğu çok açık. Ancak özellikle namaz ve duaların yayınlanmaması, itikâfla ilgili getirilen sıkı tedbirler ve camilere çocukların götürülmemesine dair vurgular, –tahmin edilebileceği üzere– bazı tartışmaları beraberinde getirdi. Sosyal medya kullanıcıları, benzer tedbirlerin niçin konser ve eğlence etkinlikleri için alınmadığını, örneğin çocukların oralara götürülmesine neden yasak getirilmediğini sordular. Suudi Arabistan İslâmî İşler Bakanlığı, geçtiğimiz yıl yayınladığı bir başka tamimle, cami hoparlörlerinden okunan ezanların seslerini kıstırarak ezan ve kamet hariç dışarı ses verilmesini yasaklamış, gerekçe olarak da “etrafta evi bulunan insanların rahatsız olabileceği”ni göstermişti. Yukarıdaki soru, o zaman da gündeme gelmişti.

Ramazan tedbirlerinin açıklandığı günlerde, Suudi Arabistan, ülke tarihinde ilk kez “Bayrak Günü”nü kutluyordu. Resmî kurumlar “Bayrak Günü” ile ilgili etkinlikler düzenlemiş, sosyal medyada paylaşımlar yapılmış, Suudi Arabistan tarihine övgü dolu atıflarla, bayrak bir “iftihar vesilesi”ne dönüştürülmüştü.

Suudi Arabistan’ı yakından izleyenleri pek de şaşırtmayan bu merasimler, aslında son birkaç yıldır devlette ipleri elinde tutan Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın aldığı bir dizi kararın devamıydı. Muhammed bin Selman, kısa süre önce, “Suudi Arabistan, 1727’de kabile esasına dayalı, millî bir devlet olarak kuruldu” mealinde bir açıklama yapmıştı. Oysa o zamana kadar Suudi Arabistan’ın resmî tarih tezi, devletin 1744’te Dir’iyye Emiri Muhammed bin Suûd’la dinî lider Muhammed bin Abdilvehhâb arasındaki ittifaktan doğduğu yönündeydi. Muhammed bin Selman ise, Riyad yakınlarındaki Dir’iyye kasabasında 1727’de kurulan ilk kabile yerleşimini esas alıyordu. Bu, açık bir paradigma değişimine işaret ediyordu. Değişimi şuradan okumak da mümkündü: Dönemin Riyad Valisi –şimdi Kral– Selman bin Abdülaziz, 25 Nisan 2008 günü Suudi basınında yayınlanan uzun demecinde, “Suudi Arabistan, kabile asabiyeti temelinde değil, tamamen Kur’ân ve Sünnet üzere kurulmuştur” demişti.

Veliaht Prens Muhammed bin Selman, 2017’de yaptığı bir başka açıklamada, “Eskiden olduğumuz yere geri döneceğiz. Dünyaya ve tüm dinlere açık, mutedil bir İslâm ülkesi olacağız. Radikalizmi bitireceğiz. 1979’dan sonra durum değişti, fakat önümüzdeki 30 yılı yıkıcı fikirlerle uğraşmakla geçirmeyeceğiz” demişti. “1979” ile kastettiği meşhur Kâbe Baskını ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgaliyle beraber “Selefî” savaşçıların ABD tarafından dünyanın farklı ülkelerinde desteklenmesi, böylece Suudi Arabistan merkezli “müfrit Vehhâbî” çizginin kalınlaşmasıydı.

Ancak, “müfrit Vehhâbîlik”ten kurtulmanın yolu, on yıllarca her şeyin din adına yasaklandığı bir toplumun önündeki bütün setleri kaldırarak, özellikle gençleri Batılılaşmaya sevk etmek midir, bu tartışılabilir. Çünkü bu politika, yolun sonunda sizi ideolojisiz, fikirsiz, iddiasız ve hedonist bir gençlikle karşı karşıya bırakabilir.

Geçen yazıma konu ettiğim Suudi Arabistan-İran anlaşmasını bu çerçeveye dâhil ettiğimizde, anlaşmanın taraflarından birinin (İran) kendi ideolojisini (Şiîlik) giderek daha baskın ve katı biçimde Ortadoğu’ya nüfuz malzemesi olarak kullandığını görüyoruz; diğer taraf ise “aşırılıktan kaçınma programı” çerçevesinde Batılı kodlara daha fazla uyum sağlamış bir toplum yaratma hedefine yürüyor.

Ortadoğu’da, “ideolojisiz” iddia sahibi olunamaz. Sadece kapital, ekonomik güç ve askerî kudret, var olmaya yetmez. Bunun için, İsrail’i kuran seküler ve tanrı-tanımaz kadroların, coğrafyada tutunabilmek için var güçleriyle Tevrat’a sarılmak zorunda kaldıklarını hatırlatmak kâfidir. Bakalım, Riyad’da birileri bu örnek üzerinde kafa yoracak mı?