Sait Alioğlu Yazdı;
Ufuk insan profili ve bir yönetim formu arayışı…
Vahiy yoluyla Mekke toplumuna sunulan İslam, genelde düşünülenin aksine, insanlığa, o güne dek varlığı, yapısı bilinmeyen bir anlayıştan ziyade, “unutulanı hatırlama/hatırlatma” bağlamında bilinen, ama zamanla üzeri örtülen, gizlenen hakikatin kendisi olarak tebliğ edilmiş bir inanç sistemidir.
Bu inancın, tebliğ edilmesine binaen kabulü sonrasında, salt formel ibadetlerden tutun da bir toplum oluşturmaya kadar bir sistem olarak husule gelmesi, maddi bağlamda vücut bulması gerekiyordu.
Ama böyle bir sistemin, reel şartlardan da ziyade, mesajın özgünlüğünün korunması adına Mekke dışında bir yerde hayata geçirilmesi, işin esprisi gereği söz konusu idi.
Ama “bunu nereden çıkarıyoruz?” diye bir sorunun tevdi edildiğini var saydığımızda, bu inancı kabul etmediği halde, Hz. Muhammed’in(s) tebliğini hükümsüz kılmak için” ona Mekke’nin kralı olmasını teklif eden o dönem elebaşlarının bu teklifi dahi, nezih bir toplumun Mekke’de inşa edilemeyeceğini göstermesi açısından önemli idi.
Ondan dolayı da, ilk Müslüman toplumun oluşması ve yoluna devam etmesi için, Mekke dışında bir yerde ancak mümkün olabilirdi.
Yani, sistem dışına çıkılması gerekirdi ve nitekim öyle de oldu. Müslümanlar Hz. Muhammed’in(s) öncülüğünde Medine’ye hicret edince, hayatın tüm alanlarını kapsayacak oranda yeni bir yapı oluşmuştu. Bu sadece öylesine bir oluşum olmayıp, adeta “sistem dışılığı da” içeriyordu.
Mekke şartlarında, Müslümanlardan esirgenen inanca saygı olgusu, kendine yönelik saygıyı da içererek, diğer din mensuplarını da kapsayacak şekilde bir ahit(sözleşme) toplumunun da oluşumuna etki etmişti. (Medine Toplumu…)
Buradan şunu anlıyoruz ki, sağlam bir inanç, nitelikli bir yapı ve özgün düşünüş söz konusu olduğunda, bunun ancak, bulunulan ortamın dışına çıkmak ve kendini merkez olarak konumlandırma suretiyle oluşacağı kabul edilmelidir.
Soyuttan somuta vardığımızda, peygamber(s) öncülüğünde oluşturulan Medine toplumunun; bir anlayış farkına bağlı olarak madden ve manen Mekke’deki toplumsal yapıya zıt bir yapının vücuda gelmesi, berberinde yeni bir hayat anlayışına da vesile olmuştu, vesile kılınmıştı.
Bu toplumda; Hz. Muhammed(s) bir peygamber olmasının yanda iyi bir baba, iyi bir aile reisi, şefkatli ve güvenilir(El-emin) bir dost, dürüst bir ticaret ehli, adil bir yönetici, iyi bir komutan ve diplomasi dilimi çok iyi bilen bir devlet adamı profiliyle, Mekke’de karşılığı olmayan bir toplum inşa etmesi açısından kendi dilini ve söylemini oluşturmuş oldu.
Bu durum, bugün bizlerin üzerinde az düşündüğümüz hayatın her alanında karşımıza çıkan ve bizleri, kendi özümüzden koparırcasına yok saymaya yönelik “Batıcı söylem ve sömürgeci mantık” anlayışına karşı çık(a)madığımızın yanında, “peygamberî bir misyonla” Mekke şirk anlayışına ve yönetimine karşı duruş açısından düşünüldüğünde çokça önem arz ediyordu.
Onların var olan sistemden çıkışı, bizim de var olan sistemden çıkmamıza örnek olabilir mi?
Peygamber(s) dünden bugüne ve belki de yarına bize örnek olacak ve örnek alacağımız bir şahsiyet olarak, her ne yapacak isek bize yol göstermeye devam edecektir.
Soruya dönecek olursak, o(s) tabii ki de bize örnek olacaktır. Bunda şüpheye mahal yok!
İlke, yani Kur’an’da belirtilenler temel kalmak şartıyla, günümüzde, geçmiş dönemlerde var olmayan konular bağlamında düşünüldüğünde, ilkelere sadık kalarak, kendi toplumsal yapımıza uygun anlayışlar, düşünceler geliştirebilir; bunlar üzerinden yol alabiliriz.
O dönem iki ayrı yer vardı; Biri Mekke, diğeri ise Medine ve yine orası gibi, yaşanabileceği düşünülen “alternatif” şehirler. Taif gibi…
Peygamber(s) sonunda Medine’de karar kıldı, oraya yerleşti ve kendi toplumsal yapısını orada oluşturdu.
Medine’nin, tercih edilmesinde elbette diğerlerine kıyasla birçok sebep, saik sayılabilir.
Kısacası, o dönemin şartlarında Medine İslam toplumu için merkez kılınmıştı,
Biz, şimdi böyle bir işe soyunsak eğer, Medine’miz neresi olur, ya da bir medineyi nasıl oluşturabiliriz?
Ya da ona küllî bir ihtiyaç var mıdır?
Haliyle ihtiyaç, insan hayatında, bir şeyi tamamlamak için kendisine yönelim gösterilen şey ise, onu aramak gerekir. Zira arayan bulur, bulunan ise aranandır.
Mekke döneminde, çevrede bulunan devletlerin, yönetim şekli itibarıyla kendilerine uygun gördükleri “yönetsel formlar”ın dışında, kabileci anlayışa uygun farklı bir yönetim formunu içeren bir yapı vardı.
Bu tür yapılar, halen İslam dünyasının sair yerlerinde yer, yer lokal olarak uygulanmaktadır.
Medine’de ise, Hz. Peygamberîn(s) adalet temelli hakemliğinde; Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar ve müşrikler olmak üzere birden çok dini grubun bir arada yaşamalarına imkân tanıyan, türüne özgü bir yapı vardı.
Herkes, onun hakemliğinde ve kendi inançlarından kaynaklanan hukukları çerçevesinde ve ahitleşme suretiyle yaşamayı kabul etmişlerdi.
Daha sonraki yularda –henüz Hz. Peygamber(s) hayatta iken- Yahudi kabilelerin varılan antlaşmayı yok saymaları üzerine, o toplum dağılmış ve so yapı içrisinden adece Müslümanlar kalmıştı.
Daha sonra ise, Medine toplumu Hz. Peygamber’in(s) irtihalini takip eden uzun süreçte dağılmaya yüz tutmuştu.
Yani, insanlık tarihinde gerçekleşen bir ilk uygulama epey zaman sonra unutulmaya yüz tutmuştu.
Ama bu durum farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda gerek küçük ölçekli, gerekse de “devlet” ölçeğinde kendine yer bulabilmişti. Ör. M.1100’lerde Kuzey Afrika ve Endülüs’te, bir Berberi olan İbni Tümert’in başında bulunduğu Muvahhidler devleti çerçevesinde Medine topunun bazı özelliklerini havi bir şekilde meydana gelmişti.
Günümüzde böyle bir şey mümkün mü?
Kendine özgü şartları ve toplumu elde tutmak ve onları belli bir istikamete yönlendirme görevini üstlenen klasik dönemlerdeki yönetim dönemlerinde bu kısmen mümkün olmuş olsa da, insanlığı bir merkeze zorlayan, onları kendileri olmaktan çıkarma anlayışına sahip bulunan aydınlanma felsefesi gereği, birçok modern konuya bağlı olarak karşımıza çıkan ulus-devlet formu var olduğu sürece buna ne imkân, ne de bir yol bulunabilir.
Hatta kendi meşruiyetlerini dinden devşiren devletlerin varlığı dahi, insanların Medine toplumuna benzer bir yapı oluşturmasına engel olup, bu durum İki türlü gerçekleşmiştir; birincisi ulusçuluk düşüncesi, ikincisi ise, dinin o konularda bilgi içeren metinlerin “bilerek” kastı aşacak oranda yanlış tercüme edilmesi sonucu…
Ulus, Batılı algıyı ön planda tutan, aralarında ortak payda noktasında bir ilişki kur(dur)ulan “tarih, toplum, toprak, vatan ve dil” vs. unsurlarının söz konusu edildiği modern bir vakadır. Haddizatında işte ulus-devlet de bu vakıaya giydirilen bir elbiseden ibarettir.
Bununla birlikte, değişen dünya şartlarında, ulus-devlet olgusunun, bazı istisna noktaları var olmakla birlikte, onun adına ortaya konan bazı uygulamalarının gevşetildiği de bir vakıa olarak orta yerde durmaktadır.
Ama buna rağmen İslam dünyasında vücut bulan ulus-devletler ise bunlara asla tahammül göstermemekte, haklara ket vurmakta ve kitleleri elindeki güçle susturmaya çalışmaktadırlar. Zira onlar için ulus¬devlet baştan beri döneminin Batıcı donelerini baz alan, ilerlemeyici tarih ve toplum algısını ne pahasına olursa olsun yaşatma azminde ısrar etmektedir.
Nihayetinde haklara ket vurma sonucunda, hiçbir toplumsal yapı ile birlikte Müslümanlarında sistem dışında durmaları; kendilerini o çerçevede örgütlemeleri mümkün olmamakta; bu durum adeta terör, yıkıcılık ve bölücülük olarak addedilmektedir.
Bunu anladık, ama kendi yönetsel meşruiyetini dinden aldığı gözlemlenen ve yönetim erkinde Müslümanların bulunduğu devlet yapılarında da, örgütlenme özgürlüğü gibi, asla vazgeçilemez temel özgürlüklere karşı çıkan, hemen herkesi, o da kendi bağlamında düşünüldüğünde günümüze pek de hitap etmediği bilinen mezhebî formasyona mahkûm ermeleri de haddi aşma sayılmaz mı?
Bir de bu durumun, bir yandan kendi iktidarını salt seküler temele dayandıran, o çerçevede var olan olgulara yer veren, onları dile getiren, bunları “ilerleme ve kalkınma adına gerekli gören; beri yanda ise yine kendi bağlamında Batı’dan devşirilen muhafazakârlık yoluyla kendi kitlesini oluşturan; o kitlenin muhafazakârlığı tersinden din adına kabullenmesini sağlayan; bunun yanına milliyetçiliği de ekleyen yönetsel yapılarda, kendi maksatları açısından sistem dışında kümelenmeyi pek uygun görmezlerdi.
Günümüzde, demokrasi bir trend olup, onun muadili olabilecek bir yönetim formu ufukta görünmüyor. Hemen herkes onu dile getiriyor, ondan yana olduğunu belirtiyor, ona atıfta bulunuyor. O,”mevcutlar arasında değil” bilakis “şimdilik” kaydıyla tek ve alternatifsiz oluşundan dolayı gündemde kalacak ve uygulamada her zaman yer bulacaktır.
Onun mevcudu var olsa dahi, insanların ezici çoğunluğu Batıcı söylemin ağırlığına binaen, ona evet diyecekler, dedirtilecekler ve devam edip gidecektir.
Demokrasi, “şimdilik” hem alternatifsiz oluşu ve hem de onun yerine ondan daha iyi, hakka, hakkaniyete uygun bir yol ve yöntem ve özellikle de Müslümanların çabasızlığına binaen başka bir yöntemin bulunmadığı sürece kendi hükmünü icra edecektir.
Bu böyle olmayınca da, var olan mevcuda razı olup sistem içerisinde kalan Müslümanlar dışında, var olan sistemleri “maksatları açısından” Batı’ya hizmet yolunda gördüklerinden dolayı, ondan sıdkı sıyrılan ve alternatifler peşinde koşması gereken Müslümanların yönetsel bir yol ve yöntem arayışları da devam edip gidecektir.
Bu yol ve yönetim Şura olduğu bilindiği ve hemen her vesileyle ona değinildiği halde, buna yönelik hiçbir çabanın ortaya konulmadığı, konulamadığı da ayrı bir soru işareti olarak orta yerde durmaktadır.
Bunun da bir, belki de en esaslı sebebi, normalde “batıl, kendi içerisinde gayet çürük temellere sahip olduğu halde” Müslümanların onlarca yıldır rejimlerin baskıcılığı karşısında şaşkınlığı, ona teslim oluşları, formasyon bağlamında farklılaşmaları, birinin diğerine inanıp güvenememesi; sonuçta bazı Müslümanların, gelenekçi saiklerle kendi kabuğuna çekilip savunmacı rollere soyunması, var olan sisteme bağlanması ve bu eksik ve hatalı duruma tepki olarak kendilerini İslamcı olarak tanımlayan kesimlerinde yaşadığı alan daralması sonucu, başlı başına bir yol ve yöntem ortaya konulamamaktadır.
Yukarıda, demokrasinin henüz karşısına çıkarılıp konulamamış bir yol ve yöntem olmadıktan sonra, ona yönelik bir alternatiften de bahsedilemeyeceğini belirtmiştik.
Onunla birlikte mevcutları da var olmuş olsaydı ve demokrasi ile belli bir yol alınmış da olsaydı şayet, İslam’ın bağrından çıkmayıp temelini antik Yunan’a dayandırdığı için kabul edilmeyebilirdi. Buna rağmen alternatifler aramak ve yolda olmak gerekir. Ola ki, o alanda hakikate vasıl olalım…
Kaynak: Farklı Bakış