Yeni bir siyaset şeklinin ve dilinin elzemliği üzerine-1

Yapı ve dil ne kadar değişmiş olsa da, pek değişmeyen zihniyet varlığını devam ettirdiği sürece, yönetimin ve temsiliyetin istenilen ve arzulanan konuma gelmesi, haliyle zaman alacaktır.

Yeni bir siyaset şeklinin ve dilinin elzemliği üzerine-1

Sait Alioğlu Yazdı; 

Hz. Muhammed’in(s), kendi döneminde oluşturduğu ve kendine özgü bir devlet örgüsü içerisinde bulunan Medine toplumu(daha doğrusu şehir devleti) rasulün(s) irtihali sormasında yine devam etmiş olup meşru hilafet döneminin sonuna kadar da yaşamıştı.

Sonrası malum. Muaviye ile başlayan, Yezidle devam eden ve en nihayetinde Bizans’tan ve Sasani’den örnek alımı sonrasında yönetim biçimi saltanata dönüşmüş oldu.

Hz. Muhammed(s) ve ilk iki halifenin döneminde şura yöntemi ile yürüyen toplumsal yapının, bu değişim sonrasında “siyaset dışı” kaldığı bilinmektedir.

Buna istisna kabilinden Haricilerin, “Hüküm Allah’ındır”(Yusuf-40) ayeti doğrultusunda, toplumun doğrudan yönetime katılmasının öngörüldüğü anlayışın, zamanla hariciliğe atfedilen olumsuz durumlardan dolayı terk edildiği, unutulduğu bilinmektedir.

Burada, Haricilerin gayet doğru bir şeye yanlış yerden ve noktadan bakmaları, kendi yanlışları olduğu halde Emevilerin hileli yaklaşımı sonucunda toplumun zihin dünyasından koparılıp atılmış oldu.

Daha sonra, ilk Müslüman topluma, o da Medine örneğinin zıddına olacak şekilde yabancı olan ve tamamen aşırı bir tahakküme dayanan “devlet”in Emeviler ile birlikte yer etmesi sonucunda, hemen her şey onun gölgesi altında yeniden oluşturulmuş oldu.

Buna mukabil, o da, yine “keşfedilen” devlet üzerinden, kendilerini İslâm’a nispet eden mezhebi formlar açısından birkaç yönetim formu vücuda gelmiş oldu. Bunlardan ikisi; Sünni Hilafet teorisi ile Şii İmamet teorisi idi.

Sünniler kendi teorileri bağlamında bir siyaset dili oluştururken, Şiilerde “İmamet teorisi” çerçevesinde bir siyaset dili oluşturmuştu.

Bu iki ana form, çoğu kez birçok iç ve dış faktörlerden dolayı belli bir kesintiye uğramış olsa da, “en azından” konu ile ilgili literatürde kendi yerini almıştı.

Bu iki formun, “bardağın boş değil, dolu tarafına bakma” niyet ve düşüncesiyle hareket edilecek olsa, elbette birçok eksiğine ve yanlışına rağmen, İslam’a/Kur’an’a uygun taraflarının da olduğu teyit edilebilir. Keza kendi bağlamından kopuk bir şekilde Haricilerin dillerine pelesenk ettikleri Yusuf Suresi 40. Ayete konu olan duruma da bakıldığında maksat anlaşılmış olur.

Literal etkiden ziyade içerdiği nüfus açısından dolayı Şia ile kıyaslandığında, önplanda olan Sünni kitle/leri sevk ve idare eden devletlerin, bu teoriyi, “gerekli gördükleri hallerde” örfi hukukunda uygulanmasıyla baş tacı ettikleri bilinmektedir.(*)

Zamanla, aralarında toplumsal, kültürel vb. sebeplerden dolayı başka argümanlarında (örfi vb.) sokuşturulduğu bu teori; toplum ve devlet nezdinde hiçbir değişikliğe gerek görülmeden kullanılmıştır.

Ta ki, aydınlana felsefesi çerçevesinde Batı’da başlayıp tüm dünyayı ve özellikle de İslam dünyasını etkileyen durumun(1) birçok alanda olduğu üzere yönetim alanında da bize bir nevi “kral çıplak” yakıştırma durumlarına izafeten, konu ile ilgili düşünce ve eylemliliklerin arttığını görmekteyiz. Durumun vehametini gören saray, sırasıyla l. Meşrutiyet ile birlikte ll. Meşrutiyet’i ilan etmişti.

Buna rağmen, bu konuda ayak direten saray, konu hakkında geç kaldığından ve zamanın ruhu ile dilini ıskaladığından dolayı arkasını toparlayamamış ve mukadder olan sonuna doğru yol almıştı.

Yine, bu süreçte halk kitleleri adına onları temsil eden siyaset ehlinden oluşan Osmanlı meclisinin(Meclis-i Mebusan) ve onları dışarıdan destekleyen âlim ve münevverlerin katkıları sonucunda bir siyaset dili, düşüncesi ve ortamı oluşmuştu. Bu konuda düşünce üreten ve çabalayan şahıslara örnek.(2)

Önceleri “sultanın yetkilerini kısıtlayan” ve adına meşrutiyet(3) denen formun, daha sonra Osmanlının hitamı ile birlikte Cumhuriyet’e evrildiği ve siyaset yapma usulünün adının da demokrasi olduğu ilgilisi için izahtan varestedir.

İslam’ın ilk döneminde yönetim işinin şura ilkesi çerçevesinde ele alındığı, işlerin o minvalde kotarıldığı; daha sonra ise deyim yerindeyse; “ısırıcı saltanat” döneminin asırlarca sürdüğü gerçeğine baktığımızda, “yönetilenden yönetene” olacak bir şekilde, siyasete ilgisizlik, eleştiri ve denetim işinin hiç de akla getirilmemesi sonucunda, uzun asırlar konu bağlamında karanlık içre değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Bu durumun bu şekilde asırlar boyu sürmesi, birçok alanda olduğu üzere bu alamda da aklın izalesi ve onun kullanılmaması sonucu oluşmuştur denildiğinde pek de haksızlık yapılmadığı söylenebilir.

Keza aklın kullanılması durumunda, insanın üzerine “pislik yağıyor olması(4) uzun asırlar boyu siyasetin ve dolayısıyla yönetimin, ortada hiçbir meşru gerekçe olmaksızın sultan’a ait olarak görülmesi, üzerimize pislik yağması yönetilen ile yöneten zevat içinde geçerli olduğunu düşünebiliriz.

Bu sakil durumdan, az da olsa Meşrutiyet olgusu sonucu kurtulduğumuzu; o formdan daha olgun olduğu savlanan Cumhuriyet formu içerisinde ise uzun yıllar, bu kez sultanın yerini “sözde” seçimle işbaşına gelmiş elitler(başkan) ve onların demokratik teamül dışında ortaya koyduğu yollarla “aramızdan seçilen” vekiller vasıtasıyla yönetildiğimizi belirmemiz gerekir.

Bu durumdan, içerik olarak değil de, o da şeklen, çok partili hayata geçildiği süreçte azâde olduğumuzu söyleyecek olsak da, zihin yapımızın oluşumunda etkisi olan lider kültü” çerçevesinde eski anlayışın devam edip geldiğini söylemek mümkün.

Osmanlı sonrası dönemde cumhuriyet ile birlikte siyasetin yapısının ve dilinin değiştiği çeşitli vesilelerle sık, sık dile getirilmektedir.

Yapı ve dil ne kadar değişmiş olsa da, pek değişmeyen zihniyet varlığını devam ettirdiği sürece, yönetimin ve temsiliyetin istenilen ve arzulanan konuma gelmesi, haliyle zaman alacaktır.

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, her ne kadar seçkinlik olgusu içerisinde, milleti temsil etmesi düşünülen vekilin, başta bilgi birikimi olmak üzere birçok alanda, onda adeta ufuk insanı biçimi aranılıyorsa da, daha sonraki süreçte, belki seçkincilik ikinci planda kalmış olsa da, onu şahsında ufuk insanı profilinin arkaplanda kaldığını söyleyebiliriz.

Onun yerine, büyük oranda kırsal kafaya sahip olup, gelişen ve değişen dünya şartlarını pek de dikkate almayan, çağdaş gelişmelere uymayacağı az, çok bilinen zevatın uygun görülmesi, yönetimde hem çağdaş duruma ve hem de tevhidi anlamda Kur’an’ın öngördüğü bir anlayışı ıskalayan insanlardan oluşması bir eksiklik olarak belirtilebilir.

Bu sakil ve bir nevi feodal anlayışın yerine, zamanla sol, sosyal demokrat ve Necmettin Erbakan örneğinde olduğu üzere İslamcı yönü önplanda olan ufuk insanı olarak tanımlanabilecek insanlardan oluşması, o alanda oluşan flu manzarayı izale etmiş sayılabilir.

Böylesi ufuk insanların, o da nitelikli olma durumu ne kadar revaç bulur ve toplumsal karşılığa sahip olursa, siyasetin yapısının ve dilinin de o derece yüksek olabileceğini söylemek için kâhin olmaya da gerek yoktur sanırız.

Dipnotlar;

*) Biz, burada Sünni siyaset teorisine dair birkaç kelâm ettik. Şii İmamet teorini ise başka bir yazının konusu olabilir.

1) Modernleşme, Batılılaşma, Meşrutiyet biçimleri vs.

2)Said- Nursi vb.

3)Meşrutiyet; “şarta bağlı yönetim

4)Yusuf Suresi, 100. Ayet; “O, aklını kullanmayanların üzerine bir pislik karar kılar…”

Devam edecek…