Türkiye’de İslami oluşum, yapılanma ve hareketlerin fikir cephesi daha çok edebiyat üzerinden yürümüştür. Değişik mecralarda yayımlanan yazılar, yazılan şiirler, basılan kitaplar, çıkan dergi ve gazeteler bir tohumlama vazifesi görmüş ve yeni kuşakların filizlenmemesine katkı sağlamıştır. Daha çok da çıkarılan dergiler bir dönem “Ocak” vazifesi görmüştür. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su, Nurettin Topçu’nun Hareket’i, Sezai Karakoç’un Diriliş’i, Nuri Pakdil’in Edebiyat’ı bu dergilerin bir kısmıdır.
Öyle ki bazı oluşum ve hareketler bu isim ve dergilerle anılır olmuşlardır. Bu çerçevede zaman zaman yurdun değişik yerlerinde verilen konferans ve buluşmalar ise gençlerin bilinçlenmesine katkı sağlamıştır.
1970-1980’li yıllarda bu isim ve dergiler çevresinde kartopu gibi gelişip boy atan akımlar, oluşumlar, hareketler ve yer yer siyasi yapılanmalar 2000’li yıllara gelindiğinde artık toplumun, devletin beslenme damarları haline gelmişlerdir.
Geriye dönüp baktığımızda ise bu edebi ve fikri yayınların-oluşumların ekseriyetle kendi döneminin koşullarına göre bir gelişim gösterdiklerini görürüz. Bu nedenle söz konusu şahıs, yayın ve fikirleri değerlendirirken kendi dönemlerinin iklimini göz ardı etmemek gerekir. Bu tür yazar, şair, edebiyatçı ve fikir insanlarının ortak yönü; edebiyat, şiir ve sanatlarını yaşadıkları dönemin ihtiyaçlarına göre kullanmış olmalarıdır. Yine bu şahsiyetlerin hepsinde bir dert, dava bilinci vardır ve insanlık adına ulvi hedef sahibidirler.
İşte “diriliş” hareketi ve düşüncesiyle özdeşleşmiş bir isim olan Sezai Karakoç da böylesi şahsiyetlerden biridir. Birkaç kuşağın yetişmesine ciddi katkıları olan Karakoç, hem varlığında hem de vefatından sonra düşüncesi, sanatı ama en çok da duruşuyla her kesimden insanı etkiledi ve bu etki halen devam ediyor. Bir mektep vazifesi gördü Karakoç. Dünyanın bunalım yaşadığı bir dönemde inanan yüreklere bir nefes oldu. Özellikle de o dik duruşu ve kavi bakışı ile… Bu nedenle şiirleri, düşünceleri, konuşmaları, düzyazıları ve en önemlisi yaşantısı ile bir “diriliş mimarı” oldu. Onunla aynı dönemde yaşamış olmak büyük bir bahtiyarlık…
Doğu’dan yükselen güçlü bir şahsiyet ve yerli bir mütefekkir olan şair-yazar-düşünür-aksiyon adamı Sezai Karakoç hâlâ büyük bir kaos/kriz/bunalım yaşayan günümüz insanı için bir çıkış yolu, bir kurtuluş ve diriliş reçetesi olarak önümüzde durmaktadır. Vefat yıldönümünde (ölüm: 16 Kasım 2021, İstanbul) onun diriliş mefkûresinden yola çıkarak yeni bir “diriliş”in mümkün-süz-lüğü üzerinde duracağız.
Diriliş Sevdası
Şüphesiz Karakoç, büyük bir şair ve sanat adamıdır. Ancak bizce kökleri bu topraklardan beslenen ulu çınarın en önemli özelliği; ismiyle özdeşleşen “diriliş” aksiyonu ve sevdasıdır. O, bütün eserlerinde ve aksiyonunda adeta bütün ilhamını bu kavramdan almıştır desek, abartmış olmayız. 88 yıllık ömrü boyunca bu mefkûreyi (diriliş) yazmaya, anlatmaya ve yaşamaya çalıştı. Öyle ki; çocukluğundan itibaren zihninin “diriliş” kavramıyla meşgul olduğunu söyler Karakoç bir konferansında. Onu, bu yönüyle geleceğe çıkış yolu bulmak ve yeni bir diriliş başlatabilmek adına çok yönlü ve dikkatlice okumak, irdelemek, istifade etmek gerekir.
O önce dirilişi; öte âlem (ahiret) ile ilişkilendirmiş ve ilk ilhamını “ba’su badel mevt”’ten (ölümden sonra diriliş) almıştır. Ve her inananın kalkış noktasının da burası olması gerektiğini vurgulamıştır. Yani bir bakıma dirilişi hem metafizik hem de tarihsel ve toplumsal yönüyle izah etmeye çalışmıştır. Çünkü hem bireysel hem de toplumsal değişim, gelişim ve dönüşümü esas alan evrensel bir “sevgi devrimidir” diriliş. Karakoç, dirilişin 30 yıllık teorik altyapısını (dergi, gazete, konferans vs.) 1990-1997 yılları arasında aksiyonlaştırarak (Diriliş Partisi) özelde Türkiye, genelde dünya Müslümanlarına bir mesaj vermek istemiştir. Böylece insanlığın yeni bir çağın/dönemin eşiğinde olduğunu hem teori (ruh) hem de pratik (aksiyon, toplumsal) cephesiyle haykırmak istemiştir.
Diriliş Çevresinde
Sezai Karakoç’un diriliş çevresinde yazdığı makaleler, diriliş kavramının ilk tohumları olarak algılanabilir. Ya da fikir ve düşüncelerinin zihin egzersizleri olarak da okunabilir. Önce bir durum tespiti yapılıyor ve akabinde mermiler bir bir sürülüyor namluya. Çünkü yerli düşünceleriyle ayağı yerde bir düşünür ve aksiyon adamıdır Sezai Karakoç. Bu ülkede yıllardır küllenmiş, yön sapmasına uğramış ve anlam buharlaşması yaşamış bir milletin yeniden şahlanışına ve dirilişine öncülük etmiştir. Bu yönüyle geçmişin acı tecrübelerinden ders çıkarılarak geleceği aydınlatıcı ışık saçılıyor ve vira bismillah dirilişe davetiye çıkarılıyor. Önce sağlıklı bir diriliş ruhu yaratılıyor ve akabinde diriliş coğrafyası oluşturulmaya çalışılıyor.
Geçmişle şimdiki zaman ve gelecek arasında sıkı bir köprü kuruluyor. Tarihin derinliklerindeki tecrübeler gün yüzüne çıkarılarak geleceğe yol haritası oluşturulmaya çalışılıyor. Yeni bir site, güçlü bir şehir ve kadim bir medeniyetin temelleri atılıyor. Ruhun, bedenin, aklın, şehrin, medeniyetin, tarihin, geleceğin yeniden dirilişi için beyin fırtınasına tutuluyoruz. Dirilişin çevresinde kadim bir medeniyet inşa ediliyor. Batı’ya karşı Doğu’nun (İslam’ın) yeniden dirilişinin şart olduğu, aksi takdirde Batı’nın bir ahtapot gibi her tarafımızı kuşattığından bahisle erdemli, aydın insanların meseleye duyarlı olması gerektiği vurgulanıyor.
Karamsarlığın hâkim olduğu o dönemin Türkiye’sinde yeni bir ufuk ve gelecek ülküsü doğuyor. Bu yeni ümit, fikir ve eylemleriyle genç kuşağı yüreklendiriyor. Her on yılda bir darbelerden başını kaldıramayan yorgun bir millete umut aşılanıyor ve diriliş ruhu veriliyor. Tüm ülkenin ve İslam âleminin kurtuluşu için kalemini ve yüreğini hiç çekinmeden ortaya koyuyor. Özellikle Türkiye’yi, Batı tehlikesine karşı uyarıyor. Kendi coğrafyasında dipten gelen düşünce ve eylemleriyle geleceğe yürüyor ve uğradığı her yere kendinden bir nüsha bırakıyor.
Diriliş çevresindeki yazılarının çoğunluğu o dönemin güncel olaylarıyla örtüşüyor. (Varto Depremi, Ayasofya, Sağ-Sol, Komünizm, Ekonomi, Kıbrıs vs. ve günlük gazetedeki yazıları) Ancak örneklerin güncel olaylardan seçilmiş olması, aradan neredeyse yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen yazıların ömrünü kısaltmıyor ve güncelliğini yitirtmiyor. Yapılan tespitlerin, aydın bir ufkun ürünü olduğu her halükârda gözden kaçmıyor. Bu yönüyle sanki dirilişin çevresinde yazıları, dirilişin altyapısını oluşturuyor. Konu çokluğu, gündem yoğunluğu bir bütün olarak ele alındığında ortaya derli toplu, geleceğe umutla bakmayı salık veren bir fotoğraf çıkıyor: Diriliş… Ve sonuçta, dirilişten bir albüm kalıyor kucaklarımızda.
Ölümü gören bir gözle bakmayı aşılıyor bize Karakoç ve ölümle öteyi görebilmeyi, oraya hazırlık yapmayı öneriyor bize. Çünkü ölüm; bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Dirilişe ölüm perspektifinden bakıp, o ruhla büyüyüp gelişmeli. Çünkü ölüm dünyadaki en anlamlı şey…
Karakoç, şehrin ortasında, insanların gözü önünde canlı bir ölüme çeviriyor gözlerimizi sonra. Ölümde bile bir etiğin ve estetiğin olduğu bir diriliş ruhu… Bir sembol ve canlı bir kavuşma… Belki de, kurbanda kendi ölümümüzü yaşarız bir parça veya yaşamamız gerekir.
Ve o, ölümün görünmeyen dünyasında gezdirirken yüreğimizi yeni dünyalar da muştuluyor bize. Soyut âleme (konkre) sanat ve edebiyatla bir karşılama töreni hazırlanıyor. Ve modern çağda şiiri de içine alan bir galibiyet müjdeleniyor.
Bu ruhla insan, destanlar yaratan güçlü bir kahramandır. Aslında doğmak, ilk destan oluşturmaya başlangıçtır. Zaten insanlığın yeryüzüne inişi başlı başına bir destan değil midir?
Yazar, dirilişin çevresinde asli vazifeleri de hatırlatmadan edemiyor: Yeniden dirilişe iç hazırlık oruç ve diriliş neslinin vazgeçilmez yardımlaşma örneği zekât…
Karakoç, sürekli ümitlendiriyor yüreğimizi. Doğu’dan gelecek saba rüzgârının Hristiyanlığı da içine alacağı ümidini canlı tutuyor. Bu saba rüzgârı şüphesiz İslam’dır ona göre.
Onun diriliş, fikir ve aksiyonlarıyla “İslam haritası” çıkarılıp “İslam hareketi” başlatılıyor ve İslam gençliğine toparlanın mesajı veriliyor. Diriliş, düşünce ve aksiyonun içine davet ve hazırlık sinyalleri veriliyor sürekli.
Karakoç, her şeyin iktisadi kalkınmaya bağlı olmadığının altını çiziyor. Anadolu’nun derinlerinde yer alan medeniyetlere bakmak ve ondan yeniden ilham almak gerekiyor. Bu yönüyle Türkiye’yi de içine alan Anadolu toprakları zengin bir kültür ve medeniyetler havzasıdır. Bu nedenledir ki; “Hayır, Anadolu’nun gücü, ekonomik güç değildir” saptamasına dikkat çekiyor.
Bu yönüyle Anadolu’ya âşık bir yüreğe sahiptir Sezai Karakoç. Özelde manevi başkent İstanbul’a da… O yerlidir ve hep yerli olmayı yeğlemiştir. Onda; “bütün haritasıyla Anadolu gülümseyen bir yüzdür.”
Bütün bu açıklamalarla, İslam coğrafyasından renkli bir panorama sunuluyor bize ve çıkış yolu işaretleniyor: Diriliş… Tabii ki önce birey olarak kendi özümüzü unutmamalı ve kendi dinamiğimizi canlı tutmalı mesajı daha çok önem kazanıyor dirilişin çevresinde.
İslam’ın Dirilişi
Sezai Karakoç, dirilişin çevresinde altyapısını oluşturduğu yeniden diriliş idealinin ilk basamağı olarak İslam’ın dirilişini seslendirir. 20’nci yüzyılda bir mütefekkirin can alıcı hamlesidir İslam’ın yeniden dirilişi… Ona göre İslam’ın dirilişi, insanlığın dirilişidir. İslam zaten diri ve canlı olarak yerli yerindedir. Yıllardır kabuk bağlamış, yüzünü gelişim ve değişimlere ters çevirmiş olan Müslümanların ve İslam dünyasının yeniden dirilişidir asıl olan.
Bu gerçekten hareketle İslam’ın dirilişinde, Avrupa’nın, Asya’nın ve Afrika’nın durumunu masaya yatırıyor Sezai Karakoç. O dönemde ve hâlâ Avrupa yükselişinin önünde bir set olarak duran Asya ve Afrika ruhunun aslında uzlaşması gerektiğinin, aksi takdirde büyük yıkımların ve felaketlerin baş göstereceğinin haberini veriyor. 21’inci yüzyılın ilk çeyreğini yaşadığımız bu dönemde, o gün yapılan tespitlerin doğrulandığına şahit olmaktayız. S. Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi, 1992-1997 yılları arasında Bosna-Hersek’te yaşanan dram, Irak’ın ABD tarafından işgali, İsrail-Filistin çatışması, hâlihazırda Gazze’de yaşanan vahşet vs. yakın zamanda yaşanan hadiselerdir. Bu hassas yürüyüşte direksiyon Avrupa ve ABD’nin elindedir. Aslında Karakoç’un, o yılların sisli havasında önerdiği ve çözüm olarak sunduğu İslam Birliği düşüncesi hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Bütün insanlığı kucaklayan ve onların dertlerine deva olan ilahi düşünce ve birlik; kurtuluşun ve dirilişin yegâne alternatifi olarak gözüküyor.
Bu hassas dengede kilit rolü üstlenmeye aday İslam dünyasının da kendisini toparlaması, yeniden dirilişe geçmesi için hazır olması gerekir. Bu vazifeyi üstlenen aydınlara da büyük görevler düşüyor şüphesiz. Bunun için de düşüncede, inanışta, edebiyat ve sanatta yeniden dirilişe gidilmelidir Karakoç’a göre. Çünkü “düşüncede diriliş olmaksızın inançta diriliş gelişemez, inanışta diriliş olmaksızın da duyuşta, duyarlıkta, yani sanat ve edebiyatta diriliş başlayamaz”. İslam’ın, düşüncenin önünü kesmediği, ancak bizim düşünmenin önünü durdurduğumuz ve dolayısıyla dini dondurduğumuz dramıyla karşı karşıyayız. Ve biz, kendimizi ötekilerin kollarında bulduk bir anda. Yıllardır bu şaşkınlıkla kendi yurdumuzda misafir muamelesi gördük. Yabancılar ev sahibimiz oldu. Artık evimize dönmeli ve yaralarımızı süratle onarmalıyız.
Bu nedenle Sezai Karakoç’un telkinleri doğrultusunda, İslam’ın yeniden diriliş gemisine Müslümanları, Yahudileri, Hristiyanları, Doğuluları, Afrikalıları, din ve tanrıtanımazları kısacası bütün insanlığı davet etmeliyiz. Çünkü kurtuluş ve saadet buradadır. Bu diriliş aksiyonunun öncüsü Müslümanlardır şüphesiz.
Düşüncede dirilişin, yaşamda dirilişin, medeniyette dirilişin kendisiyle yüzleşip kendi öz fıtratımıza yürümeliyiz. Yürümeliyiz ki insanlık yeniden dirilişe geçsin.
Diriliş İslam’da
Yukarıda da ifade edildiği gibi Karakoç’taki diriliş mefkûresinin temel kalkış noktası İslam’dır. O, bütün eserlerinde, konuşmalarında, eylemlerinde bu gerçeğin altını çizer. Diriliş; felsefesini, aksiyonunu ve varlığını buradan alır. Yani memba İslam’dır onun dünyasında. Sezai Karakoç’un bu isimle yazılmış bir eseri de bulunmaktadır. Bu nedenle Karakoç önce işe imanın şartlarıyla (Allah’a, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara, Ahirete, Kadere İman) başlar, sonra onları farklı ve çarpıcı yorumlarıyla ete kemiğe büründürür.
1960’ların Türkiye’sinde Karakoç, hem kendi coğrafyasında yaşayan Müslümanların hem de dünya Müslümanlarının içinde yaşadığı koşulları, içine düştükleri acziyeti göz önünde bulundurarak işe temelden başlamış ve İslam’ı yeniden yorumlamaya çalışmıştır. Vahyî öğretiyi esas alarak, İslam’ın özünü sunmaya çalışmış ve o gün revaçta olan komünizm ve kapitalizmin çıkmazlarını ve çarpıklıklarını İslam’ı tanımlarken sık sık dile getirmiştir. “Allah’ın indinde din İslam’dır” ilahi mesajıyla dine giriş yapmış ve tahrif olunmuş Yahudilik, Hristiyanlık ve doğu dinleri (Taoizm, Brahmanizm, Hinduizm) arasındaki farklılıkları ve İslam’ın üstünlüğünü ortaya koymaya çalışmıştır.
Dini inkâr yönünün ağır bastığı o yılların Türkiye’sinde, yazılarının bir kısmını da dinin yeniden tanımlamasının yanı sıra akıl ve mantık ölçüleri dâhilinde ispata yöneltmiştir. Ya da Allah’a inancın zayıf olduğu o dönemin insanlarına, karşı tezleri çürüterek taze ve yeni bir Allah bilinci aşılamaya çalışmıştır. Dini öldüren filozofların (Nietzsche’ye atıfla) insanın içinde konkreleştirilen (müşahhaslaştırılan) tanrıyı öldürdüğüne dikkat çekmiş; gerçekte O’nun ne öleceğinin ne de öldürülebileceğinin hatırlatmasında bulunmuştur.
Çünkü insanın var olması, Allah’ın varlığına delalettir. Allah’ı inkâr da, insanın kendisini inkârıdır ki kendini henüz çözememiş insanın böyle bir hakkı da yoktur ona göre.
Sezai Karakoç, bir Müslüman’ın inandığı şeyleri akıl ölçüsünden geçirmesi gerektiğini düşünür. “Ba’se badul mevt” (öldükten sonra tekrar dirilmek) düşüncesine de bu pencereden yaklaşır ve bu kompleks gibi görünen problemin çözümünün Allah’a inanıştan geçtiğini belirtir. Çünkü O’na inanmayan, zaten devamına da inanmaz. Allah’a inanmak, beraberinde öldükten sonra dirilmeye inanmayı da getirir.
İnsan ölürken ağırlıklarını yitirir ve yavaş yavaş gözden kaybolmaya başlar. Bu nedenledir ki şairler ölümü, dizelerinde bir kıyıdan uzaklaşan gemiye benzetmişlerdir. Ölümle, dünyada ağır olan nesnelerimizi bırakır ve yalın halimizle O’na terfi ederiz.
Görüldüğü üzere Karakoç, mükemmel inanışı ve Kâmil İnsanı ortaya çıkarmanın peşindedir. Bu nedenledir ki insanüstü âlemdeki güzelliği keşfe yeltenir ve her insanın bir haber olduğundan hareketle, her doğan çocuğun yeni bir haber getirdiğini hatırlatır.
Karakoç, insanlığın ve İslam’ın temel meselelerine bir bir açıklık getirir ve sağlam bir binayı inşaya çalışır. En karmaşık gibi gözüken kaderi de bu pencereden ele alır ve onu “oluşun ve yaradılışın mutlaka yorumlanması” olarak değerlendirir.
Sık sık Hristiyanlık ve Yahudilik tahrifatını ve bu dinlerin günümüzde hükümlerini yitirdiğini İslam’ı ifadelendirerek dile getirir.
Ve sonunda ideal tapınmanın İslam’da olduğu hakikatini haykırır;
“Tapınma, tabiata doğru değil, Allah’a doğrudur. İnsan, tabiatı arkasına alarak, Allah’a tapar…”
Dinin esas öğretilerinden biri olan oruç, onun muhayyilesinde; “samanyolunda ziyafet”, “çocuğun dini keşfi”, “kayalıkları dinamitle kırıp asfaltlaşan yol”, “ruhun dezenfeksiyonu”, “mistik başarı”, “dinin konkre parçası” olarak yer eder. Ve bu muhayyileyi, bir ziyafet eşliğinde dostlarının gönlüne sunar.
Bazen insanın aklının gelip durduğu ve afalladığı meseleler de vardır. Ve böyle durumlarda teslim olmaktan başka çare yoktur. Bu din, zaten ismiyle müsemma bir din değil midir? (İslamiyet=teslimiyet, Müslüman=teslim olan) Bu, üstün inanışın gereği ve teslimiyetin belirtisidir.
Karakoç, bir örnek olarak İslam dininin domuzun etini yemeyi ve içki içmeyi yasak kıldığını ve bunların gerekçelerini anlatmaya çalışırken sonuçta teslimiyetini şöyle bağlar:
“Biz bu yasaklara, sırf ilahi yasaklar oldukları için, sebep aramaksızın uyarız. Saydığımız faydalarsa, erişebildiğimiz hikmetlerdir. Ya erişemediklerimiz?”
Karakoç, yazılarıyla ve eylemleriyle Batı karşısında bir kale gibi durur. Bu kavi duruşunu Batı’ya karşı sabitleştirerek saflarını sıklaştırmıştır. O, kendi sitesindeki (İslam sitesi) değer yargılarının (ergenlik, erdem), Batı’nınkilere (madde) kıyasla doğruluğunu ortaya koymuş ve bu sitenin teşekkülünün gerekliliğini haykırmıştır.
Kısaca o; İslam’ın bütün odalarına tek tek girmiş ve dinin kendine özgü ruhunun ve çizgisinin yeniden yaşatılması gerekliliğine dikkat çekmiştir. Ne Doğu ne de Batı insanlığın kurtuluşuna çözümdür. Doğu ile Batı arasında, Doğu ve Batı’yı da içine alan yeni bir sese kulak vermek gerekiyor. O güçlü ses de İslam’dır şüphesiz.
Ruhun Dirilişi
Sezai Karakoç, diriliş kavramını metafizik boyutuyla da irdeliyor. Onun tabiriyle; dirilişi ‘abstre’ alarak tahlilini yapıyor ve ondan insanlığın yeniden kendini bulması için hayat, kurtuluş peyda ediyor. Veya yeniden uyanışa geçen diriliş ruhunun insanlığa hem dünya hem de öte dünya saadeti verdiğini müjdeliyor. Aynı zamanda ruhun dirilişiyle, muhayyilemizde olması gereken hayat resmi kurşun kalemle çiziliyor ve içinin boyanması bizlere bırakılıyor. Kısacası, fikir ve düşüncelerimize eskimez bir elbise giydiriliyor.
Ruhun ölümüyle sıkıntıya giren bedenin, ruhun dirilişiyle insana bahşettiği güzellik ve kurtuluşa ulaştıran tatlı acılar bir bir sıralanıyor. Nietzsche, “tanrı ölmüştür” derken, aslında kendi ruhunun öldüğünü söylemiştir. Hıristiyanlar da İsa’yı çarmıha gererken, kendi ruhlarını asmışlardır farkında olmadan. İnsanlığın dirilişinin gizi, şüphesiz ruhun yeniden dirilişinde yatıyor. Karakoç bunu açık açık yıllar önceden müjdeliyor:
“İnsanlığın üstünde ruhun diriliş lambası yeniden yanacak.”
Dağ, Sezai Karakoç’un dünyasında bir “diriliş hunisi” olarak kayda geçiyor. Dağa çağırıyor ve hikmetli arayışa davet ediyor. Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi “tanrıyı öldüren” değil, ruhu yeniden bileyip dirilişe çağıran dağ… Dağda kanatlanıp, tabiatla yeniden bütünleşmek ve dağı unutan, dağa karşı cephe alan şehirleri dize getirmek için “dağ çağrısı”nda bulunuyor. Dağ; onda Hira Mağarası, Ashab-ı Kehf olarak yankı buluyor. Kısacası dağ, diriliş ve direnişe hazırlık yuvası olarak çarpıyor yüreğimize.
Ruhun yeniden dirilişi için, dağa çekilip ruhumuzu keşfetmeli. Hiralarda inzivaya çekilmeli ki ruhumuz yeniden vahiy ışıltılarıyla dirilişe geçip eşyayı, insanı, tabiatı okuyabilsin. Yeni güneşlerin doğuşuna ancak dağların doruklarındaki ilahi aydınlık ufuk verebilir. Güneş yükselecek, dağ dirilişe davet edecek ve ruhumuz yeniden diriliş sinyalleri vermeye başlayacaktır o zaman.
Hz. Yusuf’un düşünde ruhumuzu dirilişe çağıran önemli ibret ve ipuçları vardır. Sezai Karakoç, Hz. Yusuf düşünden yola çıkarak ruhumuzun kirlenen tarafını temizleyip tetikliyor. Ve Yakup gibi metin ve sabırlı olmayı öğretiyor bize. Hz. Yakup’un biricik oğlu Yusuf’un düşü yorumlaması gibi aydınlık ve temiz bir gelecek projesi öngörüyor. Ama ilk adım; ruhun dirilişi…
Yine Hz. Yusuf’un düşünde, ruhun dirilişinin ana kriterleri sunuluyor bize. Önce bireysel diriliş, arkasında toplumsal diriliş… Biri ötekinin habercisi ve yeniden dirilticisi.
Bu kutlu düşle harekete geçiriliyor bütün hücrelerimiz.
“Allah ve İnsan” arasındaki bağın kuvvetlenmesi şarttır ruhun dirilişi için. “Sanki ilk ve son insan kendisiymiş gibi, Allah’a inancını tazelemelidir insan” diyerek, hem insan ve Allah arasındaki bağın önemine hem de çağın yeniden dirilişinin inançla doğru orantılı olduğu gerçeğine dikkat çekiyor.
Karakoç, ruhun dirilişinin kolay olmadığını da hatırlatarak, bu dirilişin önündeki en önemli engelin “putlar” olduğunun altını çiziyor. Aslında putlar da, insanın tapınma, sığınma ihtiyacının neticesidir. Olayı tersinden okuduğumuzda, ruhun dirilişinin zorunlu ve an meselesi olduğunu görürüz. Ancak önyargısız ve doğru bir inançla…
Bütün bunların neticesinde İslam dünyası, tarihte gerçekleşen olayları doğru okumak ve edindiği bilgi, donanım ve inançla yeniden uyanışa geçmek zorundadır. Hızla gelişen olaylar, yeni bir altın çağın habercisidir. Ancak bu olayların yönünü doğru istikamete çevirebilmek şartıyla. Böylesi bir altın çağın eşiğinde en büyük vazife “Müslüman Aydınlara” düşüyor şüphesiz.
İslam dünyası, böylesi büyük bir misyonun bilincinde olmalıdır. Karakoç, sürekli bu uyanış, diriliş ve kurtuluş müjdesini veriyor. Ve inanan insanları harekete geçiriyor.
Karakoç’taki ruhun dirilişi, sadece bu dünyadaki diriliş değildir şüphesiz. O, diriliş aksiyonunu iki boyutlu olarak ele alıyor ve öte âlemdeki diriliş de bu taraftaki dirilişle birebir ilişkilendiriyor. Öte âlemdeki diriliş inancı olmadan zaten bu dünyada dirilişin olması mümkün değildir. Karakoç, ısrarla bu hassas ayrıntının altını çiziyor ve çeşitli dünya görüşlerinin, tarihin akışındaki başarısızlıklarını buraya bağlıyor.
Karakoç ayrıca, tarihte ve günümüzde mevcut bütün düşünce ve görüşlerin ölüm sonrası hayatla ilgili değerlendirme ve inanışlarının eksik ve yanlış olduğunu ispattan hareketle, evrensel, inandırıcı, tatmin edici ve insan doğasına en uygun öte âlem inanışının İslam’da olduğunun da altını çiziyor böylece.