Çağdaş dünyanın tanımlanmış, öğretilmiş/ şartlandırılmış, küreselleşmiş, istisnasızlaşmış hatta doğmalaşarak kutsanmış yaşam biçimleri ve üretim araçları, insanı top yekûn yeni bir varlığa, yeni insana dönüştürüyor. Bu yeni insanın görünüşte eskisinden bir farkı yok. Göz, kulak, burun aynı. Yani beden azaları olduğu gibi yerinde. Eskiden çok istisnai olarak, çok özel projeler ve çabalar sonucunda, çok özel bölgelerde, çok nadiren, çok az sayıda ancak ortaya çıkarılabilen bu insanlar, artık bugün yerkürenin istisnasız tek sakini haline geldiler. Bu insan türü renk, dil, din, etnik yapı olarak çok farklılık arz etse de aynı şekilde programlanmış, aynı şifrelerle kodlanmış robotlar gibi birbirinin aynısı ortak davranışlar sergiliyorlar.
İnsanoğlunun geldiği bu son aşamayı, buraya hangi aşamalardan geçerek geldiğini gereği gibi kavrayabilmek için biraz gerilere gitmemiz, önceki halini hallerini bilmemiz gerekir. İnsanlık tarihine kuşbakışı baktığımızda, bu tarihin üç evresi olduğunu görürüz. İnsanoğlu, tarihinin ilk çok uzun evresini sözlü/şifahi kültür insanı, sonrasını yazılı ve görsel kültür insanı olarak yaşadı. Bu ikinci evre öncekine kıyaslandığında birkaç yüz yıllık kısa bir zaman dilimine tekabül eder.
Şimdilerde ise bu insan, birkaç on yıldır sanal-görsel bir türe evirilmiş görünüyor. Bu son dönem insanı, bir kültür adamı olmaktan çok teknolojik adama, hatta süreç ilerledikçe onda kültürden bir eser kalamayacağı ve varlığının bir özgül ağırlığı olmayacağı için bir ?sanal insan?a dönüşeceğe benziyor. Önceki evrelerde birbirinden bağımsız hatta birbirinin tersi kültür öbeklerine, kültür adalarına, dolayısıyla farklı kültür insanlarına rastlamak mümkünken bu son evrede zaten bir kültürden söz edilemediği için adına medeniyet/uygarlık dedikleri tek tip düşünme biçiminin, tek tip tasavvurun oluşturduğu tek tip yaşam biçiminin tüm yerküreyi esir aldığına şahit olacağız. Bu durum tam bir esaret olgusunu tasvir ediyor ve tam anlamıyla, bütün boyutlarıyla bir esareti tanımlıyor. Dışarıdan bakıldığında bu esaret, gönüllü bir esaretlikmiş gibi görünüyor. Üstelik esirlerin, esaretlikleri üzerine, yani içine girdikleri kozanın/zindanın faziletlerini, insanın gerçek özgür halinin bu olduğuna dair methiyeler düzdüklerini/düzeceklerini de söylememiz lazım. Kahır ekseriyet böyle bir kozanın/zindanın varlığından bile haberdar olamayacaklar, hayatlarındaki her şeyi kendilerinin tasarlayıp uyguladıklarını sanıyorlar/sanacaklar. Kozanın/zindanın farkında olanlar/olacaklar ise büyük ihtimalle bu esaret halini olması gereken bir durum veya ?olanın en iyisi olarak? olarak görecekler. Var olanı içselleştirerek, olanı meşrulaştırarak hayatın tadını çıkarmaya çalışacaklar.
Oysa önceki dönemler kendi insanları için göreceli de olsa bir özgürlük alanı bırakıyordu. Özellikle de sözlü kültür insanı kendi özgürlük alanını kendisi inşa edebiliyordu. Önünde kendisini ifade edecek pek çok seçenek söz konusuydu. Bu seçeneklilik hali bireye veya aileye hem söylem, hem bireysel ve toplumsal sorumluluklar ve mekân seçimine imkânı sunuyor hem de evrene, eşyaya, olguya üç boyutlu ve çok boyutlu bakabilmesinin yolunu açıyordu. Bu durum ona hem kimlik sahibi olma yolunda önemli bir imkân sunuyor hem de onu özgürleştiriyordu. Ortaya çıkan toplumsal ürün/ kültür her bir bireyin ortak katkısı ile oluşuyor ve toplumun malı oluyordu. Böylece her birey de kendisini o kültürün bir parçası olarak görüyordu. Böyle bir süreç içinde oluşan şifahi/sözlü kültür kendi dilini ve iletişim araçlarını da üretiyordu. Üretilen bu şifahi/sözlü kültür dili, kendine özgüydü; bir taraftan kültürü ortaya çıkarıyor, kendi insanını oluşturuyor, bir taraftan bu ortak dilin gelişmesini sağlıyordu. Yumurta- tavuk ilişkisinde olduğu gibi, insan, dil ve kültür birbirlerini geliştirerek varlığını sürdürüyordu.
Bu dönem kültürünün en belirleyici özelliği, çok boyutlu, çok katmanlı, çok dinamik, çok okuma biçimli, çok dilli ve her birey tarafından yeniden, yeniden çoğaltılabilir, yorumlanabilir ve üretilebilir olmasıdır. Örneğin can yakıcı veya sevindirici bir olay, genelde ana tema muhafaza edilerek, olayın, kahramanı/ kahramanları, mekânı, zamanı dili çok zaman değiştirilerek her mezra, köy, kasaba, şehir ve tolum için yeniden, yeniden üretilir. Ortaya çıkan bu sözel metin, bir planla veya emir ?komuta iradesi içinde değil, doğal bir süreç içinde gelişir ve oluşurdu.
Bir aşk hikâyesi, bir ölüm, bir kaza, bir yangın, bir felaket, bir doğum, bir düğün, bir savaş vs. yani bir olay ve olgu on binlerce versiyonu ile üstelik çok zaman aynı coğrafyada, aynı zaman dilimi içinde o toplumun ortak bir malı olarak ortaya çıkar, arkasından sözel bir hitabe olarak farklı versiyonları ile çok zaman farklı renklere bürünerek, kuşaktan kuşağa aktarılarak sonraki kuşaklarda da yaşaması sağlanırdı. Bu anlatılarda zaman zaman kullanılan yazı ve görsellik, yazılı-görsel dilin bir aracı olarak değil, sözlü kültürün bir malı ve ürünü olan şeyi aktarmanın yardımcı bir aracı olarak yer alır. Esas olan sözlü kültürün imkânları ve araçlarıdır. Sözlü kültürde en temel aktarıcı söz/hitabe ve dil olayı olduğu için, her anlatıcı olayı, olanı veya olduğu varsayılan olguyu, kendi hafızasının imkânları, kelime kapasitesi, duygu dünyasının derinliği ve dilinin/hitabetinin gücü oranında ifade eder. Tabi kişinin olayı anlatmadaki niyet ve amacı, olayın anlatılışının, anlatılış biçiminin temel belirleyicisi olur.
Bu nedenle bir aşkın, bir felaketin, bir savaşın, bir doğumun, bir düğünün, bir ölümün aynı evde, aynı sokakta, aynı mabette onlarca farklı hikâyesinin birlikte var olması; bazen evde farklı, camide farklı, sokakta farklı versiyonunun hiç itiraz edilmeden, sıkılmadan dinlenmesi, yazılı kültür ve sonrası insanı için tuhaf veya anlaşılmaz gelebilir; ancak bu hikâyeler sözlü kültürün insanı için çok doğal ve olması gerekendir. O, bunlar arasında hiçbir çelişki ve uyumsuzluk görmez.
Bunun için devasa toplumsal yapıların, çok renkli, çok kozmopolit, çok dilli mikro organizmalardan, mikro toplumsal adacıklardan oluşuyor olması, böyle bir kültüre sahip olmaları nedeniyledir. Kulaktan kulağa anlatılan halk hikâyeleri, destanlar, efsaneler sözlü kültürden bize miras kalanlardır. Ancak biz bugün, bu devasa kültürel mirasın çok küçük bir kısmı ile üstelik onun sadece yazılı versiyonu ile muhatap olabiliyoruz. Çünkü bunlar bize yazılı kültürün imkânları çerçevesinde ve yazılı kültür insanın zihninin izin verdiği ölçekte, yazılı kültürün bir parçası olarak ulaşmışlardır. Kulaktan kulağa, sözlü kültürün usul ve esasları içerisinde yeni bir sözlü kültür üretimi mümkün olmadığı gibi, sözlü/hitabi dönemden, sözlü kültürün araçları ve doğallığı içinde günümüze ulaşmış bir kültür ürünü de yok gibidir.
Sözlü kültürün ürünü olarak kabul ettiğimiz metinlere baktığımızda (sözlü kültürün bu versiyonundaki anlatımlarda bile), sözlü kültür insanının sanıldığının aksine sonraki dönemlere kıyasla daha özgür, kendisi ile daha barışık, çevresi ile daha uyumlu ve daha üretken olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda daha arz hırslı, daha mutlu ve çevresi ile daha uyumluydu. Sözlü kültür döneminin en temel özelliği (belki küçük bir kesim istisna edilirse), bugüne oranla hayat şartlarının, bilgiye ulaşma imkânlarının, ekonomik refahın, sosyal yapının, tabiat ve çevre ile ilişkinin üç aşağı beş yukarı her toplumda birbirine benzer olmasıdır. Bu durum kültür alışverişini kolaylaştırdığı gibi yeni melez kültürlerin ortaya çıkmasına da imkân vermiştir. İşte bu düzlemde ?Hikmet mü´minin yitik malıdır, yitiğini nerede bulsa alır.? denmiştir. Her bir kültür bir başkası ile kendi kültürü arasında geçişkenlikleri normal bir durum olarak görmüşlerdir. Belki de imkânların kısıtlı olmasının bu dönem insanı üzerinde böyle özgürleştirici, kaynaştırıcı bir etkisi de olmuştur.
Yazılı-görsel kültür dönemine geldiğimizde temel paradigmanın değiştiğini gözlemliyoruz. Olaylar olgular çok değişmese de algılar ve yorumların temelden değiştiğine şahit oluyoruz. Dolayısıyla bu süreç, sözel kültür döneminde olduğu gibi, yazılı -görsel kültür insanının da ortaya çıkmasına neden oldu. Çünkü. Kültür ve insan, karşılıklı bir belirleyicilikle, birlikte evirilerek birbirlerini inşa ediyorlardı. Olgular, olaylar birbirine benzese de, insanın ihtiyaçları, arayışları, ihtirasları, bazı sosyal hadiseler ve tabii felaketler bir araya geldiğinde veya birbirini tetiklediğinde insan algısında bazı farklılıklar, yenilikler, yeni bakış açıları ortaya çıkıyor. Olgular değişmese de algılar değişiyor. Böylece insan yakın ve uzak çevresi ile özellikle de tabiatla ilişkisinde yeni bir role eviriliyor. Yeni algısının kendisine yüklediği bu yeni rol, onun çevresi ile ilişkilerini yeniden tanımlamasını gerektiriyor. Öncesinde, çevresi ve tabiat ile uyum esas iken, bu yeni durumda çevreye ve tabiata hükmetme iradesi esas haline geliyor. Önceden kendisi çevrenin bir parçası bir sakini iken şimdi, çevrenin sahibi konumuna geçiyor ve kendisinde, çevreyi ve tabiatı yeni bir çevreye, yeni bir şekle dönüştürme hakkı görmeye başlıyor. Böyle olunca, yani çevre ile ilgili kanaatleri değişince çevre ve tabiat ile ilgili alet ve araçları da değişiyor. Çok geçmeden onu yeniden düzenleyecek araçlara sahip olmaya başlıyor. İlk yaptığı şey de sözlü kültürün araçlarını (yani, bu araçların işlev ve amaçlarını değiştirerek) kendi araçları haline getirmek oluyor.
Örneğin resim, yazı ve diğer görseller yoluyla insanın, var olanı veya görüp duyduklarını, çizgi, harf ve rakam gibi sembollerle ifade etmeye başlaması, bir süreç içerisinde yeni bir dil ve kültürün doğmasına neden oldu. Sözlü kültürden yazılı/görsel kültüre geçiş süreci ise yüz yıllar sürdü. Bu yazılı-görsel kültürel dönem, bir öncesine göre çok kısa bir döneme tekabül etse de hem kültürel özellikleri hem de ortaya çıkardığı insanın özellikleri açısından bir kendine özgülüğe sahipti.
Yazılı kültür resimle başladı, rakam ve harf ile devam etti. Resim, insanın taklit etme, somutlaştırma yeteneğinin ön plana çıkması hadisesidir. Harf ve rakamların yazı ve sayıya dönüşmesi ilk dönemlerde sözlü kültüre yardım amaçlı idi. Hafızasındakini ve sözleşmelerde ne olduğunu, sözleşmenin içeriğini hatırlatmaya yönelik, sözün yardımcı bir aracıydı. Yazının bu yardımcı hali yüzlerce yıl sürdü. Kâğıdın ve mürekkebin icadı ile yazı, önce toplumun küçük bir kesimi içinde, kitabın bir aracı, bir unsuru olarak popülerleşti. Teknolojinin gelişmesi ve şehirli nüfusun artması ile doğru orantılı olarak yazının kullanımı da arttı. 15.yy´a gelindiğinde bile yazı, sözlü kültürün bir yardımcı unsuru olmaya devam ediyordu. Toplumsal hafıza ve kültürel miras sonraki kuşaklara hala sözlü kültür yolu ile yani ezberleme yöntemi ile aktarılıyordu. Eğitimin ve bilgi edinmenin temelini de bu yöntem oluşturuyordu. 17.yy´dan sonra yazılı kültür önce şehirlere girdi, matbaanın yaygınlaşmasının da etkisi ile kasabalarda da yaygınlaşmaya başladı. 19.yy, sözlü kültürün yerini yazılı ve görsel kültüre terk ettiği yüzyıl oldu. Tüm dünyada eğitim, ezberleme yöntemi ile değil yazı ile yani okuma-yazma yolu ile yapılmaya başlandı. Öyle ki, 20.yy itibarı ile yazı ve görsel kültürün en önemli ayağı haline gelen sinema her eve girdi ve mutlak egemenliğini ilan etti. Dönüşüm öyle hızlı gerçekleşti ki yeni nesil, sözlü kültür diye bir olgunun, bir tarihi dönemin, bir değerin varlığından bile habersizdi.
DEVAM EDECEK...
(Bu yazı Yetkin Düşünce dergisinin 2. Sayısında (Mart 2018) yayınlanmıştır.)