Geçim sıkıntısı diye bir şey var. Bunu bilmek ancak yaşamakla mümkün. Hayatı idame ettirmek gittikçe zorlaştığında çektiğiniz sıkıntının uzun uzun izaha ihtiyacı yoktur. İçinde bulunduğunuz durumun “Geçim Sıkıntısı” olduğunu yaşadığınız hayat fazlasıyla anlatacaktır. Geçinmenin kendisi başlı başına sıkıntıdır zaten. Bir anlamıyla “uzlaşmak ve anlaşmak” anlamını içermesi de buna işarettir. Hayatla kavgasız gürültüsüz geçinebilmek için ilk başta geçim sıkıntısı yaşamamak şart. Şayet ekonomik olarak bir darboğazda iseniz mevkiniz, statünüz, konumunuz ne olursa olsun bütün organlarınız durduk yerde ağrımaya başlar. Kemerlerinizi sıkarsınız, dişinizi sıkarsınız, bu da yetmez, sıkmanın tam tersi bir hareketle kısmaya yönelirsiniz. Evinizden kısarsınız, yetmeyince boğazınızdan, gezmenizden tozmanızdan, son raddede de ömrünüzden kısar hale gelirsiniz. Ne oldu da böyle bir cendere içerisine girdiniz. Her ne kadar siz “Bana doktor değil, eşekten düşen birini getirin!” diye bas bas bağırsanız da teşhisinizi doktor koyacaktır: Enflasyon! Yani gelir dağılımındaki adaletsizliğin falan bir günahı yok demektir bu. Suçu doğrudan niyetini çözemediğimiz enflasyona atarlar. İyi de enflasyon sebep midir yoksa sonuç mudur? Elbette ki sonuçtur.
Enflasyon canavarı en çok yazarlara tebelleş oluyor herhalde. Ne de olsa yazarlar ekonomiden öyle derinlemesine anlamazlar. Yazdıklarına karşılık telif isterlerken bile birçoğunun başı öne eğilip yüzleri kızarır. Sanki yazar takımı ihtiyaçsız metafizik bir varlıkmış gibi kimse de onlara “Bir ihtiyacın var mı?” diye sormaz. Maddi yönden ferahlayıp rahatlamak için ilkelerini çiğnemek, patronaj vaziyeti almak veya siyasi erke övgü düzüp yaranmak yolunu seçenler de az değildir. “Sev beni, seveyim seni” anlayışına göre hareket eden yazarların geçim sıkıntısı, böyle hallerde seçim sıkıntısına dönüşür.
Bir gazeteci, Sait Faik’e soruyor: “Üstadım Türkiye’de bir yazar kaç para kazanmalıdır?”
“Hiç olmazsa bir nahiye müdürü kadar” diye cevap verir Sait Faik.
Gazeteci bu kez, “Ya kazanamazsa?” diye sorar.
Sait Faik’in cevabı ilginçtir: “Şoförlük, ayakkabı boyacılığı yapabilir. Yahut denizyollarında bilet toplayabilir”
Ömrünün büyük kısmı geçim sıkıntısıyla geçmiştir Sait Faik’in, küçük küçük paralarla mutlu olmuştur. Yazı işinden kazandığı para onu hiç memnun etmemiştir. Bu yüzden gözü hep başka mesleklerdedir. “Şayet yazar olmasaydınız ne olmak isterdiniz?” sorusuna verdiği cevap, bu durumunu çok açık yansıtır: “Kahveci olmayı çok isterdim. Gene de istiyorum. Şöyle deniz kenarında sessiz bir kahvem olsun.”
Yazar ve edebiyatçıların yoğunlaştıkları ve ürün verdikleri alanın sağladığı gelirle geçimlerini sağlamaları dün olduğu gibi bugün de birkaç istisna dışında pek mümkün görülmüyor. Yazmak hâlâ yazarı geçindirmekten uzak. Bu yüzden çok farklı mesleklerde geçimlerini sağlayıp yazmaya kapı aralamaya çalışıyorlar. Edebiyatımızda şair ve yazarların mesleklerine şöyle göz gezdirdiğimiz zaman durumu daha net görmekte zorlanmıyoruz. Sözgelimi, Edip Cansever’in Kapalıçarşı’da bir esnaf olduğunu, Oğuz Atay’ın mühendis, Yaşar Kemal’in ırgat kâtipliğinden sonra memur, Yusuf Atılgan’ın ve Sabahattin Ali’nin öğretmen, Orhan Veli’nin müstafi bir memur, Turgut Uyar’ın askerliği bırakarak SEKA çalışanı olarak hayatlarını idame ettirdikleri biliniyor. Maliye müfettişi muavini olan Cemal Süreya’nın mali meselelerden kendini kurtarıp da sevda sözlerine vakit bulup yol açabilmesi başlı başına bir mücadele başarısı olsa gerektir.
Kirasını ödeyemeyen bir şairin aklı nerededir? Yoksulluk ve açlık sınırlarını zorlayan öykücülerin öyküsünü kim yazacak? Deneme yazarları her zaman temkinlidirler. Dener ve çekilirler. Hayata ve olaylara yaklaşımları da öyledir. Bir tür olarak denemeye bel bağlamaz, onu her zaman yedekte tutarlar. Bir de yazar enflasyonu diye bir şey daha var; ama ona şimdi girmeyelim. O kapıyı açarsak bir daha kapatamayız.