Tarih: 19.01.2018 14:54
"Yazarımız Sait Alioğlu: Bir Müslümanın, maddi açılardan değil ama manevi, sosyal, kültürel açılardan, gündemi takip etmekten ve dünyaya sözünü söyleyebilmekten daha iyi ne olabilirdi?" dedi.
Yıllar önce, muhafazakâr bir cemaat içerisinde bulunan bir tanıdığıma "Bir Müslüman haftanın sekizinci günü ne yapar?" diye bir soru sormuştum.
O tanıdığım, hemen "haftanın sekizinci günü mü olur?" diye karşılık vermişti.
Ben de, "Evet, neden olmasın?" dedim.
Daha sonra, sorduğum soruyu izah etmek için, klasik dönemlerde, genelde insanların, özelde de Müslümanların, ister şehirde, ister kırsal kesimde yaşasınlar, hayatlarının büyük bölümünün ev-iş-mescit üçgeninde şekillendiğini, kırsalda; buna ilaveten ve mevsimine göre, tarla, bağ, bahçe işlerini de işin içerisine dahil edildiğinde, az ya da çok aynı minvalde bir hayat emaresi ortaya çıkardı kabilinden sosyokültürel çerçeveli ve birbirinin tamamladığını düşündüğüm yaklaşımlarını serdetmiştim...
O soruyu, o tanıdığıma, özellikle ve hasseten sormuştum. Zira o tanıdığım, Müslüman olarak Allah´a inanıyor, O´na ibadet ediyor ve O´nun dinine de hizmet etmek istiyordu.
Bundan dolayı da, birçok insanın yaptığı üzere, düşüncesine itimat ettiği, eserlerini okuduğu, mütalaa ettiği ve kendi açısından, onun bir müfessir, bir Kur´an aşığı, çağının âlimi vb. gerekçelerle öne çıkarıyordu.
Bunda bir beis yoktu herhalde. Zira insnların büyük bölümü gerek tarih boyunca ve gerekse bu çağda da, birçok insan bir filozofa, bir düşünce adamına, âlime, aydına, kanaat önderine, lidere, yetmedi şeyhe, meşayıha ilgi gösterecek, ondan medet de umacaktı belki de...
Hani derler ya "renkler ve zevkler tartışılmaz" diye. Bir de önemli olan niyetin hangi yönde seyrettiğidi...
Böyle olunca, klasik dönemlerde oluşan bir cemaat, tarikat çerçevesinde, o yapılara mensup insanların, ya o yapıya salt hizmet bağlamında yardımcı olması, ya o yapıya ´manevi´ durumunu düzeltmesi -bu çok su götürür bir şeydir aynı zamanda- ya da gideceği, kalacağı bir yeri, ailesi, çoluk çocuğu olmayan garibanların, ya da öyle takılanların, tekke ile iç içe olmaları söz konusuydu.
Bu tür bir yaklaşımın, çeşitli versiyonlarıyla günümüzde de sürdüğünü söyleyebilirdik. Bu da, modernleşme ile birlilke, Kemalizm saikiyle dini hayatın bitirilme düşüncesine karşı koymak adına oluşan, oluşturulan yapıların büyük bölümünde, hem klasik dönemlerde olduğu üzere devam eden uygulamalar ve hem de, aynı zamanda kendisi de bir modern yapı olan bu tür cemaatlerin, yapıların, modern zaman içerisinde dine karşı oluşan jakoben anlayışların olası tehlikelerini önlemek için, çoğu kez de, bir yanılsama içerisinde eski dil ve söylemle modern anlayışlara karşı çıkmak söz konsu oluyordu.
Gerçi bu dil ve söyle zamanla az çok değişikliğe uğradı. Artık o yapıların büyük bölümü, modern anlayışı kendi açılarından refüze ederek, çeşitli yapılar oluşturdular.
Cemaate bağlılık, eskiden olduğu üzere devam etmekte olup, bu kez, bir iki İslamcı grubu, öbeği işin dışında tuttuğumuzda, FETÖ örneğinde de belirginleştiği üzere, salt Allah rızası, msikinliğin yaşandığı yer anlayışı yerini, o yapılar üzerinde ve yine o yapılara, ya da doğrudan başta bulunan adamlarla birlikte ekonomik çıkar elde etme anlayışının hakim olduğu görülmektedir.
***
Sekizinci gün...
Başa dönersek eğer, o tanıdığıma "Bir Müslüman, haftanın sekizinci gününe yapardı?" sorusunu sormaktan kastım; elbetteki cemaat işleyişini bozmak, kişiyi bir cemaatte alı koymak, Müslümanları birleşmekte, birlik olmaktan alıkoymak değildi elbette.
Hatta, başıboş kalan bir Müslümanın, maddi açıların değil, ama manevi, sosyal, kültürel açılardan, gündemi takip etmekten ve dünyaya sözünü söyleyebilmekten daha iyi ne olabilirdi?
O tanıdığım -belki de şahsı ile alakalı bir şeydi- pazatesi günü sabah erkenden, haftanın en son günü pazar akşamı gece yarılarına kadar, kendini evinin maişetini temin ettiği halde, eve neredeyse hiç uğramazdı, denilebilirdi.
Bu konuda, ona yakınları ve tanıdıkları tarafından yapılan eleştirileri anlamıyor gibiydi. O sürekli olarak, "Evin maişetini temin ediyor ve gece on birden sonra eve gidiyorum" diyordu. Ama o eve gittiğinde, eşi ve o an ayakta olan evin herhangi bir ferdi dışında, kimse, evin babasının, ne zaman evden çıktığını ve gecenin hangi saatinde eve geldiğini bilmiyorlardı.
Anlaşılan, o tanıdığım, adeta bir yılan gibi eve girip çıkıyordu. Bununla birlikte, evin maişetini temin ettiğinden olsa gerek, kendini mutlu, mesut ve iyi bir baba ve iyi bir eş olduğunu düşünüyordu.
Ama gel gör ki ev halkı ise öyle düşünmüyordu. Evde hemen herkesin, babadan bir beklentisi vardı doğal olarak. Birisi, bizzat görüntü yaparak, sabah işe ve okula giderken, babadan harçlık isteyecekti, birisi, başını babası tarafından okşanmasını düşünecekti. Birisi başka duygularda olacaktı. Ve en önemlisi de, evin hanımı, eşini, kapıdan Allah´a (cc)! emanet ederek işe gönderecekti. Ama bizimkinin acelesi vardı.
Modernizme karşı direnmek desem, ne kadar doğru olurdu bilmem, üstadının, hocasının, liderinin, kanaat önderinin, bilmem ya da şeyhinin, sözde yıllara meydan okuduğunu düşündüğü -var ise- eserlerini okuyacak, okutacak, gece yarılarına kadar, o cemaat senin, bu cemaat beni, o hoca abi senin, bu hoca abi benim diyerek, ya da çoğu kez -büyük oranda bir yanılsama eseri olrak- sosyopolitik, sosyokültürel konularda, devletin üstlenmediğini düşündüğü konularda, kendi yakın çevresini aydınlatma adına program program koşturacak, bilmem herhangi bir yardım kuruluşunu kalkıp liderlik konumuna oturtacaktı...
Ama bu böyle düşünüldüğü gibi olmuyordu çoğu kez. Ama ya kendisi göremiyor, ya görmek istemiyor, ya da birileri onun vb. görmesini pek de istemiyorlardı.
Tamam cemaat salt iyi bir yapılanmaydı, ama hemen her şeye gücü de yetmezdi, imkânı da olmazdı ve öyle bir yasallığı da yoktu.
O sadece kendine orada yer bulmaya çalışan insana, ancak yapabileceği ve de kendisinin yol gösterebileceği kadar yönlendirici olabilirdi. Ama bizimkisi, işi başka mecralara çektiğinden dolayı, olaya farklı bakıyordu.
Birinci gün şurası, ikinci gün şurası..... En nihayet yedinci gün gece yarılarına kadar burası. Tamam da, ev, aile, eş ve çocuklarla, maişet işi dışında, gönül alma kabilinde, her akşam hiç değil, bir iki saatte harcanamıyorsa bir insan (Müslüman) başkaları için harcanan zamanın- ki kendine göre verimli de olabilirdi- ne anlamı olabilirdi.
Ki Anadoluda bir deyiş var, "El oğlu, senin kaybolan eşeğini ancak türkü çığırarak arar." diye...
Demek ki en başta bizler, maddi inkâmlarımız ne oranda olursa olsun, evi ihmal etmemeli, ´gerekirse´ çocuğumuzun başını okşamalı, onunla masal, şiir, roman, hikâye okumalı, oyun oynamalı; büyük çocuklarımızla aldıkları eğitim formu ile ilgili görüşlerini almalı, bir anne ve baba olarak o konuda ne biliyorsak -eksik olursa diye endişeye kapılmadan- bildiklerimizi anlatmalıyız...
Yine vurgulayalım, eğer o konularda bir istitadımız varsa, zekâtımız kabilinden yazı yazmalı, düşünce platformlarında -sosyal medyada dahil- bulunmalı, hayır kuruluşları çerçevesinde hayra el atmalı, yanlış kimden gelirse gelsin yanlışa ve zulme karşı çıkmalı, ´yanlış´ sistemleri sorgulamalı, cemaat olmalı, ama ehlimizle ilgilenmek için sekizinci günleri aramamalıyız.
Zira hafta yedi günden oluşur ve birçok hatanın da telafisi mümkün olmayabilir...
Vesselam...
Orjinal Habere Git
— HABER SONU —