Tarih: 17.11.2018 14:10

Yazarımız Av. Cüneyt Toraman Gündemi Değerlendirdi: Türkiye´nin Gündemi ?Sağanak Yağmur´ Gibi: Brunson, Af Teklifi, Kaşıkçı ve Andımız

Facebook Twitter Linked-in

1980´li yılların ortasından itibaren, Türkiye´nin son 33 yılının tanığı bir hukukçu olarak, ülkemiz gündeminde bulunan ?hukuki olayları? yorumlamaya çalışıyorum. Yaz tatilinin veya adli tatilin sona ermesiyle birlikte, hukuk gündemi yeniden hareketlenmeye başladı. İzmir´de ?papazlık´ yapan Brunson davasında duruşma, 12 Ekim tarihine ertelendiğinde, zaten papaz-toto oynamaya başlanmıştı. Brunson´un tahliye edilip edilmeyeceği tartışılırken, evlilik işlemleri için Suudi Arabistan İstanbul Konsolosluğuna giden ünlü gazeteci Cemal Kaşıkçı, konsolosluk içinde kayboldu! Konsolosluk önünde bekleyen nişanlısının (Kaşıkçı´nın talimatına istinaden) gazeteci Turan Kışlakçı´yı araması üzerine, Kışlakçı, ?Kaşıkçı´nın konsoloslukta öldürüldüğü? bilgisini paylaştı.

1 Ekim 2018 tarihinde TBMM´nin açılmasıyla birlikte, yoğun gündeme, MHP´nin ceza indirimi yasa teklifi eklendi. Danıştay 8.Dairesi, beş yıl önce andımızı uygulamadan kaldıran yönetmelik hükmünü iptaline karar verdiğini açıkladı. Danıştay´ın bu kararıyla, ?andımız? da gündemin ilk sıralarına oturdu. Bu konuların her biri birbirinden önemli olduğundan, hepsine değinmeye çalışacağız.

Papaz Brunson´a mahkûmiyet ve tahliye!

 Bilindiği üzere Amerikan vatandaşı Brunson, İzmir´de Evanjelik kilisesinde papazlık yapmaktaydı. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden birkaç ay sonra (9 Aralık 2016 tarihinde) FETÖ ve PKK ile irtibatı ve Türkiye aleyhine casusluk iddiasıyla tutuklanmış, 17.03.2018 tarihinde İzmir 2.Ağır Ceza Mahkemesinde kamu davası açılmıştı. Savcılığın düzenlediği iddianame, Brunson´un eski bir asker (özel kuvvetler) olduğunu, hayatın olağan akışıyla telifi mümkün olmayacak şekilde FETÖ ve PKK terör örgütünün önde gelen isimleriyle yoğun bir irtibat ve görüşme trafiği olduğunu ortaya çıkarmıştı. Davanın ilk duruşması 16 Nisan´da yapıldı ve Brunson kendisine karşı yöneltilen suçlamaları reddetti. Davaya bakan mahkeme, ABD´nin baskılarına rağmen, papazın tutukluluğunun devamına karar vermişti. Dava devam ederken ABD Başkanı Trump ?papazın iyi bir din adamı olduğunu, serbest bırakılmasını? talep etmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ?yargının bağımsız olduğunu, mahkemelere emir ve talimat vermelerinin mümkün olmadığını? söyledikten sonra, FETÖ liderini kastederek, ?bir papaz da sizde var, siz de bize onu verin yargılayalım. Onu karıştırmayın ne demek? Sizin yargınız var da bizim yargımız yok mu? ?Ver papazı, al papazı? demiştir.

Davanın 25 Temmuz´a ertelenen üçüncü duruşmadan önce baskılar artmaya başlamıştı. Mahkeme, bu duruşmada, Brunson´u cezaevinden tahliye ederken, ev hapsine karar verdi. Bu kararla birlikte ABD başkanı çılgına dönmüş, ?papazı derhal bırakın, hemen bırakın, şimdi bırakın? diye parmak sallayarak Türkiye´ye tehditler savurmaya başlamıştı. Akabinde Türkiye´nin ABD´ye ihraç ettiği çelik ve alüminyum ürünlerine yüzde 50 ek vergi getireceğini açıklamış, tehditle birlikte uluslararası finans piyasaları harekete geçmiş, Türkiye´de dövize talep ve döviz kurları artmaya başlamıştır. Hükümetin merkez bankasını devreye sokması döviz kurunu dizginlemeye yeterli olmamış, ABD doları 6,40´a, Euro ise 7,30 TL´ye çıkmıştır. Hükümetin ekonomi kurmaylarının bu saldırının etkilerini azaltmaya yönelik önlemleriyle döviz kurları bir adım ileri iki adım geri giderken, papazın 12 Ekim tarihinde yapılacak duruşmada tahliye beklentisiyle döviz kurları düşmeye başlamıştır. Duruşma günü, ABD doları 5,90´a, Euro 5,80 TL´ye gerilemiştir. Beklendiği gibi papaz 12 Ekim´de yapılan duruşmada, 3 yıl 1 ay 15 gün hapisle cezalandırılarak, verilen ceza yattığı süreye sayılarak tahliye edilmiştir. Yurtdışı çıkış yasağı kaldırıldığından, aynı gün askeri bir uçakla Amerika´ya gitmiştir. İddianamede 35 yıl hapisle cezalandırılması istenen Papaz Brunson´un 3 yıl 1 ay 15 gün hapisle cezalandırılarak, yurtdışı çıkış yasağı dahi konulmadan tahliye edilmesi, AK Parti seçmeninde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Muhalefet cephesi de bu kararı, hükümetin ABD Başkanının tehditlerine boyun eğerek yargıya talimat verdiğini, yargının da talimata uyarak papazı tahliye ettiğini öne sürmüştür. Papaz Brunson bahanesiyle Türkiye´ye yönelik saldırının, Türkiye ekonomisinin milyarlarca dolar zarar verdiği ortada iken, mahkemenin bundan etkilenmediğini söylemek doğru olmaz. Ancak Cumhurbaşkanı veya başka biri mahkemeye talimat veremez, verse bile mahkemelerimiz bu talimata uymaz.

Brunson davasını yerel ölçekte devam eden davalarla kıyasladığımızda, verilen kararın kamu vicdanını tatmin etmediği ortadadır. Ancak, Amerika´nın özel kuvvetlerinde görev yapmış, papaz kisvesiyle Türkiye´de görevlendirdiği, Türkiye´ye yönelik operasyonlarda FETÖ ve PKK ile irtibatı sağlayan, Amerika´nın çok önem verdiği bir kişiden söz ediyoruz. Bu davaya, siyasi tarihimizdeki emsal davalarla kıyaslamak gerekir. Şunu peşinen ifade edelim ki, ABD, Türkiye´yi 51.eyaleti gibi görmektedir. Türkiye içinde, kamuda, (yargıda, orduda, emniyette, istihbaratta), siyaset içinde, medyada, üniversitelerde, STK´lar içinde, iş dünyasında, çok önemli destekçileri olmuştur. Böyle bir sistemin Amerika vatandaşlarını soruşturması veya yargılaması beklenemez. 1960´tan 15 Temmuz´a(2016) kadar, Türkiye´deki bütün darbeleri ABD organize ettiği halde, 15 Temmuz tarihine kadar, bir tane Amerikalı hakkında soruşturma başlatılamamıştır. Bırakın ABD vatandaşlarını, taşeronlarına dahi dokunulamamıştır.

Adana Savcısı Sacid Kayasu, Kenan Evren ve arkadaşları hakkında 12 Eylül iddianamesini düzenlediği için meslekten ihraç edildi. MİT müsteşar yardımcısı Sebahattin Savaşman, 1977 yılında, CIA adına casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklandı, suçlamayı inkâr etmek yerine ?Benimle dalga mı geçiyorsunuz, hepimiz bunu yapıyoruz, elde ettiğimiz bilgileri onlara veriyoruz, eğitimlerimizi onlar veriyor, bazılarımızın maaşlarını bile CIA ödüyor, hatta işkence aletlerini bile CIA verdi? diye savunma yaptı. (Daniel Genser, Nato´nun Gizli Orduları) Tabii dava hemen kapatıldı.

Sadece darbelerde değil, Türkiye´ye yönelik operasyonların çoğunun arkasında ABD vardır. 15 Temmuz darbe teşebbüsü, Amerika´nın taşeronlarının, işbirlikçilerinin ve yabancı uyruklu olanların ?dokunulmazlığına? son vermiştir. Amerika konsolosluğunda çalışanlar gözaltına alınmış, tutuklanmıştır. ABD vatandaşları hakkında soruşturmalar devam etmektedir. FETÖ ve PKK ile irtibat sağlayan papaz Brunson tutuklanmış, yaklaşık 2 yıl cezaevinde ve ev hapsinde kalmıştır. Yargılama sonunda, 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası verilmiştir. Böyle bir davada, ne kadar hapis cezası verildiği değil, soruşturma yapılıp yapılamadığı, ceza verilip verilemediği önemlidir. Papaz maskesiyle Türkiye´de görev yapan bir ABD ajanı deşifre olmuş, ABD´nin FETÖ ve PKK terör örgütleri ile ilişkileri tespit edilmiş, mahkûm edilmiştir. ABD´nin FETÖ ve PKK ile ilişkisi (desteği) hukuk nezdinde tescil edilmiştir. Hakan Atilla´ya da 95 yıl hapis ve 2 milyon dolar ceza istenmiş, 32 ay hapis cezası verilmiştir. Türkiye, her türlü riski göze alarak, Türkiye aleyhine faaliyette bulunan Amerika vatandaşları hakkında da soruşturma başlatmış, tutuklamış, yargılamış, tehditlere rağmen yargılamaya devam etmiş, hatta mahkûm etmiştir. Amerika´ya, bundan sonra dikkatli ol, gözümüz üstünüzde demiştir. 1948 yılından beri, kamu kurumlarımızın içine yerleştirdiği ajanları vasıtasıyla, her istediğini yaptıran ABD, 70 yıllık birikimini kaybetmektedir. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra kamu kurumlarından tasfiye edilen (kazınan) FETÖ değil, Amerikan ajanlarıdır. Türkiye´nin, dünyanın süper gücü olan bir ülkeyle çıkar çatışması içinde olduğu göz ardı edilmemelidir. Biraz da bardağın dolu kısmına bakalım!

MHP´nin Af (ceza indirimi) Teklifi!

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 24 Haziran seçimlerinden önce dile getirdiği af önerisi, meclisin açılmasından kısa süre önce yasa teklifi haline getirilerek, meclise sunuldu. Yasa teklifinde, devlet aleyhine işlenen suçlar ve bazı suçlar kapsam dışı tutulurken, diğer suçlar için 5 yıl ceza indirimi öngörüyor. Meclisin açılmasıyla birlikte yasa teklifi tartışılmaya başladı. AK Parti kurmayları ?devlet, kişiler aleyhine işlenen suçları affedemez, sadece devlet aleyhine işlenen suçları affedebilir? diyerek kişilere karşı işlenen suçlara affa karşı olduklarını belirtirken, müttefiklerini de incitmemeye özen gösteriyorlar. Her iki parti yasa teklifi üzerinde çalışmalara devam ettiklerini bildirse de, iki zıt kutupta yer alan af düşüncesinin orta yerde buluşması,uzlaşması zor görünüyor.

MHP´nin yasa teklifinin, Bahçeli´nin, cezaevinde Alaattin Çakıcıyla görüşmesinden sonra gündeme gelmesi, Çakıcının ölümcül hastalıklara tabi olduğuna ilişkin rapor düzenleyen doktorlar hakkında işlem yapılmasından sonra meclise sunulması, yasa teklifinin gerçek sebebini ortaya koyuyor. Ceza indirimi istenen suçların büyük bir çoğunluğunun cezası zaten 5 yılın altında olduğundan, bu indirimden, adam öldürme, yaralama, ölümle tehdit, adam kaçırma, vs. gibi ağır hapis cezası gerektiren suçları işleyenler yararlanacak. Af teklifi yasalaşırsa, Alaattin Çakıcı, Sedat Peker, Kürşat Yılmaz gibi ülkücü kökenli suç örgütlerinin önemli bir kısmı hemen, bir kısmı kısa bir süre sonra tahliye olacak. MHP, yasa teklifi gerekçesinde, FETÖ mensubu hâkimlere ve bu hâkimlerin yargılamalarına atıfta bulunarak, masum insanlara kumpas kurulduğunu, toplumsal bir barışın sağlanması için böyle bir ceza indirimine ihtiyaç olduğunu dile getiriyor. Kesinleşen mahkûmiyetlerde 5 yıl ceza indiriminden, devam eden soruşturmalardan, cinayet, yaralama, uyuşturucu, tecavüz, cinsel istismar, gasp, dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, suçlarını işleyenler yararlanacak. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, bu yasa teklifine büyük bir tepki söz konusu. Bu konuda toplumsal bir ihtiyacın olduğunu söylemek aşırı zorlama olur.

Af kanunlarını, adil olmayan yargılamalar üretir. Baskı rejimlerinde yargılama makamları zulüm makinesi olarak faaliyet gösterdiğinden, sistemin ürettiği mağduriyetler, af kanunlarıyla telafi edilmeye çalışılmaktadır. Tunus´ta Habib Burgiba´nın atadığı Devlet Güvenlik Mahkemeleri üyeleri, on binlerce Nahda Hareketi mensuplarını terör suçlusu ilan etmiş, idam başta olmak üzere ağır hapis cezalarına mahkûm etmişti. 2010 yılında, DGM´nin 1987 yılından 2010 yılı arasında verdiği bütün kararlar iptal edildi.

Güney Afrika Cumhuriyeti´nde siyahlar beyazların; Ruanda´da Tutsiler, Hutuların soykırım ve zulümlerine maruz kalmıştı. Hakikat komisyonlarıyla, toplumsal bir barışın temelleri atılmaya çalışıldı. Türkiye´de de benzer uygulamalar olduğunu biliyoruz. Mesela 28 Şubat darbesi, 24 milyon mağdur üretmiştir. On binlerce kişi, iftiralara maruz kalmış, masa başında kurulan naylon örgütlerin üyesi olduğu iddiasıyla mahkûm edilmiştir. Hâlâ cezaevinde beş yüzden fazla 28 Şubat mağduru bulunmaktadır. Ergenekon, Balyoz davalarının mağdurları birkaç yıl içinde tamamen serbest bırakılıp, tutuklu kalanlara astronomik tazminatlar ödenirken, 28 Şubat mağdurları hâlâ cezaevinde yatıyor! Bu ülkede af veya ceza indirimi olacaksa, bunlar için yapılması gerekiyor. Ancak 28 Şubat mağdurları af istemiyorlar, dosyalarının yeniden ele alınmasını, incelenmesini, kırılan onurlarının iadesini istiyorlar. Ceza Muhakemesi Kanununa(CMK) göre davanın yeniden görülebilmesi (yargılamanın yenilenmesi) ve hükümlülerin aklanması için mahkemeye ?yeni delil? sunması gerekiyor. Kendilerine kumpas kurulduğunu kanıtlamaları isteniyor. Dünyanın hiçbir yerinde, sanıklardan, olumsuz bir durumun ispatlaması istenmez. Sistem içi mekanizmalar bu mağduriyetleri gidermeye yeterli olsaydı, bu mağduriyetler bu kadar yıl sürmezdi.

Olağan mekanizmaların bu mağduriyetleri gideremeyeceği anlaşıldığından, ?yasal düzenleme? gerekiyor. Aynen Tunus´ta olduğu gibi, 28 Şubat darbesinin taşlarının döşenmeye başladığı 1990 yılının başından, bu mahkemelerin kapatıldığı 2014 tarihine kadar DGM´lerde görülen bütün davaların yeniden ele alınması, delillerin tek tek gözden geçirilmesi, işkence ürünü emniyet ifade, arama, yüzleştirme vs. tutanakları geçersiz sayılmalı, hükümlülere savunma hakkı verilerek yeniden karar verilmesi gerekiyor.

DGM dışında diğer mahkemelerde de masum insanlara haksız cezalar vermiştir. Darbe sürecinde dava sayısının fazla olduğu bir gerçek, ama hukuk devleti iddiasında bulunan hiçbir devlet, böyle bir mazeretin arkasına saklanamaz. İstinaf mahkemelerine yılda 1 milyon 200 bin dava gelip karara bağlandığına göre, bu davaların aşırı bir yük getirmeyeceği ortadadır. Sanıkları ?düşman? olarak gören ve önyargıyla hüküm kuran mahkemelerin kararlarının, tarafsız ve bağımsız hâkimler tarafından yeniden incelenmesi, mahkûm olanların hakkı, devletin de borcudur. DGM´ler kaldırıldıktan sonra, FETÖ aleyhine yürütülen soruşturmalarda da, bu örgütün kurumlarında çalışan, gazetelerine abone olan, Bank Asya´ya para yatıran veya havale yapan kişiler (bu yapıya aidiyetine bakılmaksızın) terör örgütü kapsamına alınarak mahkûm edilmiştir. Bunlar için de, başvuru şartı getirilmeli, başvuruda bulunanların davaları yeniden ele alınmalıdır. AK Parti´nin, MHP´nin yasa teklifinden önce, temsil ettiği kitlenin (daha doğrusu) gerçek mağdurlara el atması ve çözüm üretmesi gerekiyor. AK Parti seçmeni, 28 Şubat darbesinin yarattığı mağduriyetlerin kısa zamanda giderilmesinin mümkün olmadığını bildikleri için, senelerce mağduriyetlerin giderilmesini beklediler. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçtikten sonra, AK Parti büyük bir güce kavuştu, buna bağlı olarak, kredisi de kalmadı. Ergenekon-Balyoz davalarında yargılanan kişilerin mağduriyetlerinin giderilmesine hiç kimse itiraz etmiyor. Siyasi görüşü, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun, herkesin mağduriyeti giderilsin, ama Müslümanlarda unutulmamalı ve mağduriyetleri bir an önce giderilmeli.

Cemal Kaşıkçı Cinayeti!

2 Ekim 2018 günü sabahı evlilik işlemleri için Suudi Arabistan İstanbul Konsolosluğa giren Cemal Kaşıkçı, bir daha çıkamadı. Olayın Türkiye´de, İstanbul´da gerçekleşmesi, dünyaca ünlü bir gazetecinin kaybolması, gazetecinin Suudi Arabistan vatandaşı olması, Arabistan ile Amerika´nın yakın ilişkileri nedeniyle bütün gözler Türkiye´ye çevrildi. Cemal Kaşıkçı´nın konsolosluğa girdiği halde çıkmaması üzerine savcılık soruşturma başlattı. Suudi Arabistan, Türkiye´nin konsolosluğu arama talebine iki hafta boyunca izin vermedi. Savcılık, konsolosluk çalışanlarınının ifadelerini almaya başlayınca izin vermek zorunda kaldı. Savcılık önemli delillere ulaşıldığını açıkladı. Suudi Arabistan´ın ?Cemal Kaşıkçı´nın konsoloslukta bulunan kişiler arasında geçen arbede sırasında öldüğünü? açıklamasıyla, Cemal Kaşıkçı´nın öldürüldüğü kesinleşmiş oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan´ın partinin grup toplantısında, bu cinayetin arkasında karanlık güçlerin olduğunu, failleri Türkiye´de yargılanması gerektiğini açıklaması bütün dünyada büyük yankı buldu.

Dünya medyası, Kaşıkçı´nın nasıl öldürüldüğünü öne çıkararak bu cinayetin arkasındaki güçleri gizlemeye çalışıyor. Oysa Kaşıkçı cinayetinde, Kaşıkçı´nın nasıl öldürüldüğü değil, niçin öldürüldüğü, kimler tarafından öldürüldüğü, niçin Türkiye´nin ve Konsolosluğun seçildiği, Türkiye´ye yönelik boyutunun olup olmadığı önem taşıyor.  Mahir Kaynak, bir cinayetin failini bulmak istiyorsanız bu cinayetin kimlerin işine yaradığına bakmalısınız, derdi.

Cemal Kaşıkçı cinayetinin kimlerin işine yaradığını soralım. Muhaliflerine yönelik infazlar dikkate alındığında, bütün oklar, ?olağan şüpheli? olarak Suudi Arabistan prensi Salman´ı işaret ediyor. Konsolosluğa gelen Kaşıkçı´ya bir hafta sonrasına randevu verilmesi, bu süre içinde iki uçak uzman gönderilmesi, uçağın Mısır´a ve BAE´ye uğraması, Suud Arabistan yönetiminin bu işin içinde ve tam da ortasında olduğunu gösteriyor. Cinayet işleyecek biri, bu kadar ipucu bırakmaz. Dünya kamuoyunun dikkatini Salman´a yöneltmek isteyenlerin işi de olabilir. Bu açıdan bakıldığında, ılımlı bir muhalefet yapan, Suudi Arabistan´ın ABD ile ilişkilerini, kirli ilişkilerini bilen birinin ortadan kaldırılması daha çok ABD´nin işine yarar. Bu cinayet birden fazla amaca da hizmet etmiş olabilir. Mesela, Suud yönetimi içindeki Salman muhalifleri veya Trump´tan kurtulmak isteyen muhalifler (CIA) 6 Kasım´da yapılacak olan seçimlerde, seçmenleri (Trump aleyhine) etkilemeyi istemiş olabilir. Bütün dünya, Amerika´nın izni olmadan Suudi Arabistan´ın böyle bir işe kalkışmasının imkânsız olduğuna inanıyor. Öyle ise CIA, ya ?prens Salman? ya da ?Salman´ın muhalifleriyle? böyle bir işe kalkışmış olmalı. Kaşıkçı cinayetinin Salman´a mı Salmanın muhaliflerine mi yarayacağını yakında göreceğiz. Eğer işler Amerika´nın planladığı gibi gitseydi, Cemal Kaşıkçı konsolosluktan Suudi Arabistan´a kaçırılacak, Türkiye istihbaratı ağır yara alacak, Türkiye´nin güvensiz bir ülke olduğu tezi işlenecekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı, dünyaya maskara oldular. (ABD-CIA, fiyaskoyla sonuçlanan bu operasyonu -her zaman olduğu gibi- taşeronlarının üstlenmesini isteyecektir.) Türkiye´nin profesyonelce adımları,  Suudi Arabistan´ı cinayeti açıklamak zorunda bıraktı. Türkiye (istihbaratıyla, soruşturma birimleriyle) büyük itibar kazandı, ABD-Suud-BAE-İsrail cephesi büyük yara aldı. Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirebilirse, Fırat´ın doğusunda önemli başarılara imza atabilir. Küresel güçlerle birçok cephede mücadele eden Türkiye´nin, bazı alanlarda zorluklarla karşılaşması doğaldır. Önemli olan Türkiye´nin yeni yürüyüşüne kararlı bir şekilde devam etmesidir.

Andımız

Geçtiğimiz ayın önemli konularından biri de, Danıştay 8.Dairesinin, ?andımızı? kaldıran yönetmelik hükmünü iptal etmesiydi. Danıştay´ın bu kararı büyük gürültü kopardı. MHP ve ulusalcı kesim büyük bir sevinçle bu kararı alkışlarken, AK Parti´nin önde gelen isimleri bu karara karşı çıktılar. İlköğretim kurumlarında, 1933 yılında, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından uygulamaya konulan ?öğrenci andı? 2013 senesine kadar yürürlükte kaldı. ?Türküm, doğruyum, çalışkanım? diye başlayan ve ?Varlığım Türk varlığına armağan olsun!? diyen öğrenci andının, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından yazıldığı, tepki olmasın diye kimliğini gizleyen birisi? 1933´te ezanı Türkçeleştiren kişide Reşit Galip´ti! Mimar Sinan´ın Türk olup olmadığını öğrenmek için mezarını açtırıp kafatasını ölçtürecek kadar ırkçı biri! Öğrenci andına, 1971 muhtırasından sonra (29.08.1972 tarihinde) ?Ne mutlu Türküm diyene! İfadeleri eklenmiş. Toplum içinde ayrılık tohumları eken öğrenci andı, toplumun geniş bir kesimi tarafından kabul görmese de, askeri vesayetin desteği nedeniyle 80 yıl ilköğretim okulu öğrencilerine zorla okutulmuştur. Askeri vesayetin zayıflamasıyla, Milli Eğitim Bakanlığı, 8.10.2013 tarihinde İlköğretim Kurumları Yönetmeliğini değiştirerek, (andımızı düzenleyen) 12. maddesini kaldırmıştır. Milli Eğitim Bakanlığının bu tasarrufunu beğenmeyen Türk Eğitim-Sen, yönetmelik değişikliğinin iptali istemiyle, bundan 5 sene önce, yani 2013 yılında dava açmış. Dava uzunca bir süre nadasa bırakılmış, konjonktürün uygun olduğu düşünülmüş olacak ki, Nisan ayında verdikleri iptal kararını ekim ayında açıkladılar. Fuat Uğur, yayımlanan bir yazısında, Kripto aklın Danıştay zaferi, Cumhur İttifakı´na kama? başlıklı yazısında,Danıştay´ın bu kararını, MHP ile AK Parti ittifakını bozmaya yönelik profesyonel bir operasyon olarak niteliyor.

Danıştay´ın kararı, insan haklarına, evrensel hukuk ilkelerine aykırı olduğu gibi iç hukukumuza da aykırıdır. Andımızla ilgili karar verme hakkı ve yetkisi Milli Eğitim Bakanlığına aittir. Danıştay´ın görevleri bellidir, yerindelik denetimi yapamaz. Karar verirken, din, dil, ırk, felsefi görüş, cinsiyet vs. ayırımcılık yapamaz. İlköğretim çocuklarının böyle bir andı okuması gerektiğini ifade eden bir kararın tartışılması dahi anlamsızdır. Danıştay kararı bize başka şeyler söylüyor. Her şeyden önce, 2010 anayasa değişikliğiyle kaldırılan askeri vesayetin yargının iliklerine kadar işlediğini 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra, beş bin civarında FETÖ hâkimi ve savcının ihraç edilmesine rağmen, yargının en tepesindeki hâkimlerin vesayet özlemlerinin hâlâ devam ettiğini gösteriyor.  Danıştay, bu kararıyla vesayet özlemi olan yargıçlara ?buradayız ve güçlüyüz? mesaj veriyor. Sadece yargıdaki uzantılarına değil, diğer kamu kurumlarındaki vesayet kalıntılarına da selam gönderiyor. MHP´nin Danıştay kararına ve andımıza sahip çıkması, kamu kurumları içinde kümelenen vesayet artıklarına cesaret ve meşruiyet veriyor. AK Parti, iktidara geldiğinde katı bir askeri vesayet söz konusuydu. Sekiz yıllık mücadele sonunda, 2010 anayasa değişikliğiyle ?askeri vesayeti? tarihin çöplüğüne gönderdi. Askeri vesayetin tasfiyesiyle bu defa ?FETÖ vesayeti? hortladı. Bu defa FETÖ vesayetiyle mücadele etmeye başladı. AK Parti´nin ömrünün üçte ikisi ?askeri vesayetle?, üçte biri ?FETÖ vesayetiyle? mücadele ile geçti. Vesayetin ne kadar tehlikeli olduğunu iyi bilen bir partinin bu tür operasyonlara müsaade etmemesi gerekir.

HSK´nın bu hâkimler hakkında nasıl bir tavır takınacağını dikkatle izleyeceğiz. Eğer bu kararın bir yaptırımı olmazsa, diğerleri bundan cesaret alacak, benzer operasyonlara imza atacaklardır. Vesayet özlemini sadece yargı ile sınırlandırmak da yanlıştır. Kamu kurumlarının hepsinde az veya çok vesayet artıklarının bulunduğunu belirtmek gerekir. AK Parti´nin, tek parti döneminin faşist uygulamalarına özlem duyanları kamu kurumlarında istihdam etmemesi, kalıntılarını da tasfiye etmesi gerekiyor.

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —