Gazete Duvar’dan Ferhat Yaşar yazdı;
Devlet Bahçeli'nin çağrısının ardından başlayan İmralı görüşmeleri devam ediyor. Abdullah Öcalan'ın bir çağrı yapması beklenirken belediyelere yönelik kayyım atamaları sürüyor. Diğer yandan ise siyasi operasyonlar yapılıyor.
Halkların Demokratik Kongresi'ne (HDK) yönelik İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca yürütülen soruşturma kapsamında gözaltına alınan 51 kişiden 30'u cuma günü tutuklandı.
Siyasi operasyonlara yönelik tepkiler de devam ediyor. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde bir dizi görüşmeler yapan İmralı heyeti, ülkeye döndü. Heyetin İmralı'ya giderek Abdullah Öcalan ile görüşmesi ve bir mesaj getirmesi bekleniyor.
Öte yandan HDK başta olmak üzere birçok kurum Kürt meselesinin barışçıl bir çözüme kavuşması için toplantılar düzenledi. Bunlardan biri ise Müslüman Aydınlar'ın 8 Şubat'ta açıkladığı 'Barışa Çağrı Manifetosu' oldu.
Basın açıklamasını yapan yazar Ümit Aktaş ile son gelişmeleri ve bundan sonrasında neler beklediklerini konuştuk...
Devlet Bahçeli’nin çağrısının ardından yeni bir süreç başladı. Ancak toplum bir “yumuşama” beklerken, kayyım atamaları ve yeni siyasi operasyonlar devam etti. Hal böyle olunca süreç heyecanına da karamsar bir hava çöktü. Sizin tüm bu gelişmelere dair genel değerlendirmeniz ne?
Çözüm sürecini adeta uzun vadeli bir siyasal strateji olarak gören iktidar (devlet), bu süreçte bir yandan Kürtleri yerli ve millî kültüre uyumlulaştırmaya çalışırken, öte yandan ise iç siyaseti biçimlendirme çabasını da sürdürüyor. Kimileri için bu bir anlamda da havuç ve sopa stratejisi. Türkiye Kürtlerini dışarıdaki Kürdistan coğrafyasından ayrı tutmaya çalışan bir strateji, savaşçı ve/veya Kürdistanî eğilimleri de zayıflatmaya çalışıyor. Muhalif kesimler arasında bir çatlak oluşturmaya çalışan bu strateji, kendisine karşı biçimlendirilen cepheyi de dağıtmayı amaçlıyor.
Tabii ki tüm bunları gerçekleştirmenin yegâne yöntemi bu değil. Demokratik bir strateji, daha itidalli ve yumuşak bir güç kullanarak ya da hiçbir kriminal araca başvurmaksızın müzakereci bir tutumla da bu meseleleri çözümleyebilir. Ama bu, ilkesel olarak işi kolay kılmaya dair barışçı bir bakış. İktidarın bakışı ise işin kolaycılığına kaçan şiddete dayalı bir bakış. Şiddeti biricik ve başat bir sorun çözme yöntemi olarak gören, hukuku da buna araçsallaştıran bu bakış, demokratik süreçleri umursamayan bir otokratik eğilimden ve ulusalcı ezberlerden beslenmekte.
Kürtlerin hak taleplerinin Türklerde, özellikle de muhafazakâr kesimde yer alanlar arasındaki etkisini nasıl değerlendirirsiniz? Bu konuda toplumun Kürt olmayanlarının tutumlarına dair nasıl gözlemleriniz var?
Muhafazakâr kesimin ağırlıklı bir niceliği siyaseti tamamıyla iktidarın uhdesine bırakmış durumda. Gerçi bu kesim geçmişte de böyleydi, gelecekte de pek bir şey değişecek gibi değil. İktidar açısından bu arzulanabilir bir şey ama bir taraftan da özellikle genç kuşaklar arasında ciddi bir erime var. Bunu önlemeye çalışan iktidar kendisine yakın cemaat ve SDK’lar (sivil devlet kuruluşları) aracılığıyla hem bu erimeleri önlemek hem de kendi tabanını olduğu kadar Kürtleri de hegemonize etmek gibi bir çaba da yürütmekte. Muhafazakârlığın daha ılımlı milliyetçiliği, Kürt meselesinde doğal olarak ulusalcılar kadar sert bir yaklaşıma sahip değil ve meselenin barışçı bir biçimde çözümlenmesini desteklemeye hazır. Bunun dışındaki bağımsız İslami kesimler ise sorunun çözümünde daha aktif bir tutum izleyip buna dair toplantılar ve etkinlikler düzenleyerek sürece katkı vermeye çalışmakta.
Geçtiğimiz günlerde sizin de içinde olduğunuz ve kendilerini ‘Müslüman Aydın’ olarak tanımlayan bir grup, barış için çağrı yaptı ve bir manifesto yayınlandı. Manifestoda, “Yaşadığımız bölgedeki durum derin bir sarsıntıya uğradı. Sömürgecilerin Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nın ardından bölgedeki gerçekliğe uyumsuz olarak belirlediği siyasal haritanın en büyük mağdurlarından birisi olan Kürtleri de içine alacak bölgesel bir barışın ve özgürleşmenin imkânı doğdu” denildi. Bu değerlendirmenizi biraz açar mısınız? Sizce böyle bir imkânı yaratan koşullar sadece Suriye’deki gelişmelerle mi ilgili?
Elbette ki değil. Zaten bildirinin buna dair bir cümlesi de şöyle: Bölgenin dört ülkesine dağılmış Kürt nüfusunun bulunduğu her ülkede tâbi tutulduğu baskı, ayrımcılık, ötekileştirme ve hatta yok sayma siyasetlerinin sonunun gelmesinde kuşkusuz ki Kürtlerin sürdürdükleri mücadele ve direncin de önemli bir payı var.
Ancak Suriye’deki iktidarın değişimine yol açan süreçte, varlığını sürdürülen savaş şartlarına dayayan otokratik güçler ciddi ölçüde zayıfladı ve bölgedeki ezilen kesimlerin öne çıkmasını sağlayacak bir vasat doğdu. Dolayısıyla da emperyal güçlerin bölgede kendilerine özgü bir istikrar sağlama girişimlerinden önce, bölgenin iç dinamiklerinin hareketi için göreli bir etkinleşme imkânı doğmuş oldu. Dileğimiz odur ki bu, Kürtlerin özgürleşmesi için de bir imkâna dönüşür.
Esasına bakılırsa en güzeli, bu sürecin bölge ülkeleri arasındaki bağları güçlendiren ve halkları özgürleştiren, sınırların şeffaflaştırıldığı bir bölgesel işbirliği vasatına evrilebilmesi. Çünkü bu haliyle farklı coğrafyalara dağılmış azınlıklar, verili baskıcı devletler içerisinde sürekli ezilmekteler. Oysa sınırları gevşeterek, ilişkileri rahatlatan bir vasatta daha çoğulcu, farklı kültürlere alan açan bölgesel bir yakınlaşmanın imkânı da doğabilir.
HÜDA-PAR “Kürt Meselesine İnsani Çözüm Çalıştayı” düzenledi ve iktidar bloku içinde tartışmalar yarattı. Bu da iktidarda bir ‘iç kavga’ yaşandığı yorumlarına neden oldu. Siz bu değerlendirmeye katılıyor musunuz, nasıl yorumluyorsunuz?
Aslında HÜDA-PAR da, iktidarın diğer farklı bileşenleri gibi, göreli olarak iktidar blokuna yakın bir yerde durmakta. Bununla birlikte, duruşu her ne kadar DEM Parti gibi olmasa da HÜDA-PAR da büyük ölçüde Kürt sosyolojisine dayanan bir parti. Ne var ki Kürt meselesi gibi zorlu ve kritik meselelerde ister istemez görüş ayrılıkları da ortaya çıkmakta. Dahası bu ayrılıklar öteden beri anayasaya dair tartışmalara da dayanmakta ve bu konularda görüşler de zamana ve duruma göre değişebilmekte. Sözgelimi muhalif kesimler önemli ölçüde barış sürecini desteklerken, iktidar bloku içindeki bazı isimler ise klişe çekinceleri tekrarlayarak resmi ideolojiye yakın bir tutumu sürdürmekteler ki bunun dengesel bir stratejik çerçeveye mahsuben ortaya konması da mümkün.
Doğal olarak Kürt meselesi gibi bir konuda HÜDA-PAR’ın yaklaşımları iktidar blokunun söylemlerine göre daha radikal veya HÜDA-PAR bunu daha rahat bir biçimde ifade ediyor. Ama Türkiye her halükarda tartışmalara konu olan vatandaşlık tanımı kadar dil kısıtlarını da aşmak zorunda. Bununla birlikte bu kadar önemli bir meselenin yeterince geniş yüreklilikle ve farklı kesimlerce tartışıldığını da söylemek mümkün değil. Zira kimi meseleler var ki sadece konuşulamadığı için tabulaştırılmakta. Yunus Emre’nin, “Beri gel barışalım, yad isen bilişelim” demesi gibi, çözülemez denilen birçok sorun sadece konuşmakla ve bilişmekle, yani yadlığın, yabancılığın, yabancılaşmanın giderilmesiyle bile çözüme kavuşabilir.
İmralı heyetinin görüşme trafiği belli bir aşamaya gelmiş görünüyor. Bundan sonrasında gözler Öcalan’dan gelecek çağrıya çevrilmiş durumda. Siz hangi içerikte, nasıl bir çağrı bekliyorsunuz?
Öcalan’ın bu süreçteki rolü elbette önemli ve bu konuda iktidar çevresinin acelesine rağmen Öcalan sürece temkinle ve dikkatle yaklaşıyor. Sanırım tüm tarafların görüşlerini aldıktan sonra uzlaştırıcı bir rol oynayacak. Muhtemelen Kandil ve Rojava’dan bazı fedakârlıklar bekleyecek ve aynı talebi iktidara da yöneltecek. Her ne olursa olsun sürecin ilerlemesi için Kürtlerin bazı kazanımları olmalı. Bu belki bazı aşırılıkçıların taleplerini karşılamayacak ama büyük çoğunluğu hoşnut kılacak. Elbette ki bu hoşnutluğun sürdürülebilirliği, Kürtlerin artık çağımıza yaraşır bir biçimde ve insanca yaşayabilecekleri, yasalarla güvencelenmiş bir havayı hissedebilmeleriyle mümkün. En önemlisi ise Türk tarafının da buna rıza göstermesidir ki sanırım Türkiye bu açıdan tarihinin en olumlu noktasında bulunmakta.
Kaynak: Gazete Duvar