YAVUZ BAHADIROĞLU YAZDI… İKİYÜZLÜYÜZ!

Yavuz Bahadıroğlu yazısında, resmi ideoloji olan ‘Kemalizm’ adı altında, hayatın her yönünde kuşatılmış olduğumuz ‘Atatürkçülük’ tabusunu değerlendiriyor.

YAVUZ BAHADIROĞLU YAZDI… İKİYÜZLÜYÜZ!

“Resmi ideoloji”ler maskelidir…

Kimisi kendine “sosyalizm” der, kimisi “komünizm”, kimisi “faşizm”…

Oysa maskeleri ne olursa olsun, ortak noktaları aynıdır: “Yasakçı” ve “baskıcı”dırlar: Demokrasiden çok diktatölüğe yakın dururlar!

Bizdeki “resmi ideoloji”nin maskesi, “Kemalizm!”…

“Koruyup kollayacağımıza and” içe içe büyürüz…

Yine de korunamadığından, kollanamadığından şikâyet ederiz…

Bu nasıl oluyor sahi?..

Düşünün ki, devlet, “Atatürkçü-laik devlet”; Cumhuriyet, “Atatürkçü-laik Cumhuriyet”; eğitim sistemi, “Atatürkçü-laik sistem”; ordu, “Atatürkçü-laik Cumhuriyet ordusu”; Parlamento, “Atatürk Meclisi”; üniversite “Atatürkçü”; polis teşkilâtı, “Atatürkçü”; siyasi partiler “Atatürkçü”…

Bulvarlar “Atatürk Bulvarı”, caddeler, okullar, havaalanları, tesisler “Atatürk, Gazi, Mustafa Kemal”, “Başkomutan”, “Ulu Önder” ismi taşıyor…

Meydanlar heykelleriyle, duvarlar posterleri ve özdeyişleriyle dolu…

Buna rağmen Kemalist kesimde “buluttan nem” kapan aşırı bir alınganlık, sonsuz bir tatminsizlik, hatta derin bir korku var!

Bu yüzden saldırgan hale geldiler. Kendi halinde metroda seyahat eden vatandaşı “Onuncuyıl Marşı” ile taciz etmekten tutun, kapalı bir kadına yumruk atacak kadar “terörize” oldular!

Bu korkudur ve darbeler bile aynı korkunun eseridir.

Her darbe sürecinde daha fazla heykel dikilir, Atatürk’ten daha çok söz edilir, “Kemalizm” biraz daha derin bir saplantıya dönüştürülür.

“Söylemlerinize biraz içerik katın” diyenler ise dokuz köyden kovulur.

Sanki herkes “Atatürkçü ve laik” olmaya mecbur, hatta mahkûmdur!

Gönüllü olmayacaksa, zorla! 

İşte bu yüzden, Atatürk’ün, en büyük haksızlığa uğrayan tarihi kişi konumunda olduğunu düşünüyorum! Zira, “ideoloji” yani “tabu” haline getirildi…

Bir konu “tabu” haline gelirse, o konunun araştırıcıları olmaz, sadece yandaşları ve karşıtları olur… Yandaşlar konuyu inceleme gereği duymaz, körü körüne benimserler… Karşıtlar ise körü körüne karşı çıkarlar…

İşin özü (muhteva) unutulur…

“Tartışma” güme gider, “çatışma” ortaya çıkar.

Yapılan da budur: Kavga!

Ve kavgalarla yoğrulan samimiyetsizlik!

10 Kasımlarda “mecburen” saygı duruşuna çakılırsınız, “mecburiyet”ten “Atatürkçü-laik” yazılar yazarsınız, Atatürk büstlerine “mecburen” çelenk koyar, inancınızı yutkunup resmî nutuklar atarsınız.

Tâ ilkokuldan başlayan bir “ikiyüzlülük” git gide tüm hayatınızı kaplar: Gerçekte “laik ve Atatürkçü” olanlar zaman zaman dindar görünmek için, gerçekte dindar olanlar ise zaman zaman “laik ve Atatürkçü” görünmek için vicdanını zorlar durur.

Bir yanda dinî-vicdanî vecibeler ve bunları sözde “teminat” altına alan demokratik kurallar, öte yanda “laik-Kemalist” baskı, kanun dayatması. Bu durumda kalan insanın “olduğu gibi” görünmesi mümkün mü?..

Mecburen “ikiyüzlü” davranırsınız.

Bereket versin insan beynine çivi çakılamıyor. Çakılabilseydi, ideolojik devlet yapısı, “resmi ideoloji”yi kocaman çivilerle beynimize çakarlardı. Beyinlere çakamayınca panolara çakıyorlar. Fakat sözlerinin temelinde vahiy olmadığı için çabuk eskiyor. Hayat sloganı aşıyor.