Tüm dünyayı kuşatıp saran virüs vakasıyla birlikte kaçınılmaz olarak yaşam alanımızı daralttık. Yani “Evde kal Türkiye” tedbiriyle birlikte maddi-fiziki yaşam alanımızı evin içine sığdırmak durumunda kaldık…
Bu durum ilk bakışta sıkıcı, bunaltıcı ve dolayısıyla kötü gibi görünebilir; fakat “Şer görünen şey hayra tebdil olabilir” fehvasınca birçok açıdan iyi ve güzel sonuçlara müncer olması da kuvvetle muhtemeldir. Daha şimdiden bilinen ve görünen iyi sonuçlardan biri, sağlığımızın korunmasıdır. Bunun yanında kendi zaviyemden önemli gördüğüm başka bir iyi sonuç, eve sığdırılmış hayat tarzının kendi kuytumuzda kendimizi dinleme ve bilhassa ömür sermayemizi nerelere harcadığımız konusunda nefsimizi hesaba çekme fırsatı sunmasıdır. Kanımca, insani ve ahlaki kusurlarımızı bir türlü bertaraf edemeyişimizin ardındaki temel faktörlerden biri, kendimizi dinleyip hatalarımızla yüzleşmeyi ve nefsimizi/benliğimizi siygaya çekmeyi başaramayışımız ya da buna fırsat verecek bir yaşam kültürüne sahip olmayışımızdır.
Öte yandan, virüs vakası tüm dünyayı tehdit eder şekilde büyük bir tehlike olarak belirip bizi eve hapsetmeden önceki hayat akışımızı hatırladığımızda gözümüzün önüne şöyle bir tablo çıkıverir: Hayli geniş ve hayli kalabalık bir hayat alanı içerisinde sürekli olarak telaşlı bir koşuşturmaca…
Böyle bir hayat tarzı birçok açıdan sorunludur. Öncelikle hayat alanımızın çok geniş olması kaygılarımız, tasalarımız, ihtiyaçlarımız ve gailelerimizin artması gibi olumsuz bir sonuç doğurur. Ayrıca geniş bir alanı kontrol altında tutabilmek çok zordur. Keza birçok şeye yetişip elvermek ve birçok şeyi hakkıyla yapıp etmek de çok zordur. Nitekim aynı anda birçok işin peşinde koşmak, ekseriyetle hiçbir şeyi doğru düzgün şekilde yapamamak gibi bir sonuca müncer olur.
Diğer taraftan, sürekli bir telaş içinde koşuşturarak bir şeylere yetişme çabası içinde yaşamak insanı ruhen çok yorup yıpratır. İlerleyen yaşlarda pek çok insanın sakin, dingin ve huzur içinde yaşama arzusuyla kendini küçük sahil kasabalarına atması veya doğayla iç içe yaşayabileceği yerler araması da büyük ölçüde aynı yorgunluk ve yıpranmışlıktandır.
Virüs vakasından önceki yaşam tarzımızın bir diğer sorunlu tarafı, hayat alanımızın hayli kalabalık olmasıdır. Şimdilerde malum virüse karşı korunma tedbiri olarak sıkça dillendirilen “sosyal mesafe” kavramı aslında genel hayat tarzımız açısından da faydalıdır. Özellikle psikolojimizin sağlık ve selameti açısından gündelik hayatımızdaki insani ilişkilerde sosyal mesafenin korunması şarttır. “Çok muhabbet tez ayrılık getirir” şeklindeki meşhur söz, en azından bir yönüyle insani ilişkilerde sosyal mesafeyi korumayı beceremememize atıfta bulunur.
Daha açıkçası, bizim gibi Şark toplumlarında iki kişi bir araya gelip az çok ünsiyet kurduktan çok kısa bir süre sonra “canciğer kuzu sarması” denilen bir manzaraya tanık olunur ve fakat yine çok kısa bir süre bu iki insanın “kanlı bıçaklı” olduklarına da şahit olunur. Oysa sözgelimi Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde hemen hiçbir Alman ve İngiliz’le canciğer kuzu sarması olamazsınız; ama kanlı bıçaklı da olmazsınız.
Çünkü Alman ve/veya İngiliz en başından sosyal mesafesini koyar ve ilişkiyi hep o mesafe içerisinde tutar. Aslında Schopenhauer’in dediği gibi hayatta görüş, etki ve temas alanımız ne kadar darsa, o kadar mutluyuzdur. Bunlar ne kadar genişse, o kadar ıstırap çeker, ürkeriz.
Çünkü bu geniş alanla birlikte kaygılar, arzular ve korkular da çoğalır ve büyür. Bu yüzden, körler bile ilk bakışta göründüğü kadar mutsuz değildir. Yüz ifadelerindeki yumuşak, hatta neşeli sükûnet bunun delilidir.
Gündelik hayatımızın izdiham içinde akması ya da yakın ve uzak çevremizdeki insanların ciddi bir kalabalık oluşturması da sorunlu bir durumdur. Etrafımızdaki insan sıklığını seyreltip azaltmak, kalabalığı olabildiğince dağıtıp özellikle yakın çevremizin tenhalaşmasını sağlamak hem ruh sağlığımızın muhafazası hem de daha huzurlu bir yaşam kurulması yönünde atılması gereken önemli bir adımdır.
Malum, “Azı karar, çoğu zarar” diye bir söz vardır. Bana göre hayat organizasyonumuzun selameti açısından insanın da azı karar, çoğu zarardır.
Gündelik hayatın miting yapar gibi ya da Beyoğlu İstiklal Caddesi’ni arşınlar gibi yaşanmayacağı kuşkusuzdur. Hayatımızdaki insanların kalabalık bir kitle oluşturması hem ciddi ihmaller hem de özensizlikler doğurur. İhmaller başta aile efradımız ve yakınlarımız olmak üzere hayatımızda önemli yer tutan insanlarla hukukumuzun gevşemesiyle alakalıdır ki bu gevşeklik ilerleyen zamanlarda sıla-i rahmin dahi kopmasıyla son bulur.
Özensizlikler ise hayatımızda belirleyici yere sahip insanlara hak ettikleri ilgi ve ihtimamı gösterememekle alakalı bir durumdur. Özel hayat alanımızdaki insanlar ne kadar çoğalırsa, o insanlara göstereceğimiz ilgi ve ihtimam da o kadar azalır.
Bu yüzden, özel hayat alanımızdaki insan kalabalığını dağıtıp daha az insanla daha sıcak ve samimi ilişkiler kurarak yaşamak lazımdır. Zira ilgi, özen, sevgi, dostluk, kadirşinaslık gibi duygular ve değerler bu sayede daha bir anlam kazanır.
Sözün özü, hiçbirimizin çok büyük kalabalıklara yetecek kadar ilgi ve özen potansiyeli yoktur. Bu yüzden, hem alabildiğince daraltılmış bir hayat alanı oluşturmakta ve hem de çevremizde oluşan izdihamı dağıtıp ihtimamlı şekilde oluşturacağımız bir ilişki düzeni içinde seyrelttiğimiz insanlara odaklanarak yaşamakta fayda vardır.