İnsan, kendi var oluşu üzerine derin bir yanılgı yaşayabilir mi? İçinde var olduğu kültür kodları, eğer onu yanılgı üzerine bina etmişse kaçınılmaz bir şekilde yanılacaktır. Yanılmanın bir insan eylemi oluşu üzerine çokça düşünülebilinir. Elbette ki insan, insani bir zemin üzerinden yanılgıya kapılabilir. Bu insani durumu abartı haline dönüştürmenin kendi içinde sorunlu olduğu savı da ciddiye alınmalıdır.
Yanılmak ile yanılgıya itilmek arasındaki derin farkı gözler önüne sermeliyiz. Bugün sorunumuz, yanılmakla sınırlı değil! Bilakis, yanıltıcı bir zeminde var olmanın şartları ile sürekli bir yanılma içinde varlığını sürdürme zorunluluğudur. İnsan, istemese de kendi şartları dışında bir yanılgı içinde var olmaktadır. Hayatı kuşatan kültürün kendisi bizzat bir aldatma aracına dönüşmüştür. Propaganda ve reklam faaliyetleri ile aldanma ve aldatmayı masum bir çerçeveye indirgediklerini gözlemliyoruz. Küresel kapitalist sermaye ve finans aktörleri, süreklileşen bir medya, sosyal medya ve haber/iletişim ağları ile sürekli insanları aldatmaya dönük faaliyetlere çok ciddi meblağlar ayırmaktadırlar. Öne çıkardıkları rol modelleri üzerinden önce onları kabule şayan kılıyorlar, sonra onlar üzerinden propaganda ile kendi doğrularını insanlara dayatma adına onlar için de doğru olduğu görüşü pazarlanmaktadır. İşte böylece süreklileşen bir aldatmayla karşı karşıya kalan insanlık, aldatıldığının farkındalığını kaybederek sürüklenmektedir.
İçinde yaşadığımız kültür, süreç içinde bir aldatma psikozu taşımadan aldatmaya devam etmektedir. İnsanların kendi çıkarlarını elde etmelerini sağlayacak zemin aldatmaya dayalı bir zemindir. Bu yüzden büyüğünden küçüğüne, siyasisinden, ticarisine kadar, bilim adamından, kültür adamına kadar her kes, irili, ufaklı, her kesimden insan mutlaka kendi varlığını garantiye almak adına bir aldatma eyleminin içinde yer almaktan kaçınmamaktadır. Bu durum aldanışı masum bir karaktere dönüştürmekte ve sorun olmaktan çıkarmaktadır. Bu da insanı kendi çıkarı uğruna yalan söylemeye, yanıltmaya, doğruyu gizlemeye itmektedir. Bu durum yaygınlaştıkça da ahlaki çürüme giderek artmakta ve ahlaksızlığın bir ahlaki konum kazandığı bir zemine doğru sürüklenmektedir insanlık…
Burada aldatmadan söz ederken, sıradan, bayağı, tekil bir durumdan söz etmiyoruz. Bir kişi, bir başka kişiyi aldatabilir. Bu tekil bir durum olarak kaldığı sürece onu düzeltme imkânı bulunur. Çünkü o olayın dışında kalan her insan teki bir aldatmanın varlığını açığa çıkartabilir. Ancak aldatma ve aldanış komplike, sistematik bir durum kazandığı zaman o aldatmayı, aldanışı, deşifre edecek vasatı elden kaçırmış oluyor insan… Çünkü aldanma ve aldatma kurumsal ve toplumsal bir karakter taşıdığı zaman ikna etmenin imkânını da elinden kaçırıyor. Örneğin; a firması, bir ürünü pazara sürüyor. Bu ürünün önemini, gücünü, yararlılığını vesaire överek tüketemiyor. B firması ise başka bir ürün pazara sürüyor. Aynı alanda iş görüyorsa, bu sefer b firması, kendi ürününü pazarlama adına kendi ürününü övüyor, propagandasını yapıyor. Her iki ürünün de kendisine göre zaafları veya artıları söz konusu olabilir. Bu en iyi ihtimalle, olumlu yaklaşıldığı zaman öyledir. Ama alıcı açısından her iki ürünü kullansa bile o ürünlerin birbirlerine olan üstünlüğünü anlayacak bir bilgiye sahip olmadığı açıktır. Ve tüketiciyi koruyacak bir kanun ise varsa da uygulama sahası bulmakta zorlanacaktır. Bu yüzden aldatma bir profesyonel ağ içinde kendi varlığını idame ederken, herhangi bir baskı görmediği de açıklık kazanmaktadır.
İki önemli noktada aldatma çok profesyonel bir zemin üzerinden işlemektedir. Birincisi siyasi arenada bu çok rafine bir şekilde yapılmaktadır. Siyasi rakiplerin birbirlerine yönelik itham edici tavır ve söylemleri ise aldanışı derinleştirmekten öte bir işleve sahip olmamaktadır. Siyasi erki elinde bulundurma arzusu, her türlü yalan, desise ve sahtekârlığı masum kılmaktadır. İktidara sahip olduktan sonra ise muhalefetin yönelttiği her eleştiriyi bir iktidar olma arzusu üzerinden mahkûm etme kolaylaşmaktadır. Aslında iktidar ve muhalefeti ile birlikte, hatta sivil toplumu, iktidarın sağladığı rantı paylaşma konusunda bir çekişme içinde oldukları için sürekli birbirlerine karşı üstünlüğü sağlama adına kamuoyunu yanına çekme ve onların gücünü arkasına alarak bir üstünlük sağlama arayışı durmadan devam etmektedir. Ortada paylaşılacak büyük bir pasta var; pastayı elinde tutan iktidar kendi iktidarını sağlama almak için kamuoyunu hem belirleyici olma ve hem de denetim altında tutma arzusunu diri tutmaktadır. Yoksa çok kolay bir şekilde iktidarını kaybedebilir. Bu yüzden iktidarını muhafaza etme adına ortaklıklar geliştirmek zorundadır. Bu ortaklıklar, çoğu kez kendisinin daha önce söylediklerini yutmasını veya inkâr etmesini sağlamaktadır. Bu da kendisine yönelik bir güven sorununu beraberinde taşımaktadır. Aynı şey muhalefet içinde geçerlidir. Muhalefette iken, sürekli adalet, hukuk, özgürlük, paylaşım vurgusu yapan siyasi erkler, iktidar olduklarında başlıyorlar; şikâyet kültürünü devreye koyarak, sürekli şartların kötü oluşunu, mecbur kaldıklarını, kendilerinden önceki iktidarın kötü yönetimi yüzünden bu ülkenin bu duruma geldiğini vesaire üzerinden ballandırarak anlatmaktadırlar. Böylece muhalefette iken söyledikleri hiçbir şeyi yapmamak için kendi mazeretlerini ve meşruiyetlerini sağlama almaktadırlar. Bu ikili yapı, süreklileşen bir aldanışa zemin oluşturmaktadır. Benzer bir durum ise sivil toplum kuruluşlarında da söz konusudur. Bürokratik çevre ile yargı, askeri bürokrasi vesaire ile sivil zeminde haklar mefhumunu dile getiren kurumlarda da benzer durumlara şahitlik etmeye devam etmekteyiz. Bu ülke, “yirmi sekiz şubatları, on iki eylülleri, on iki martları” vesaire çok görmüştür. Başbakanların idam edildiği, hapse gönderildiği, bütün muhalif partilerin hapishanelere kapatıldığı, partilerin kapatıldığı bir siyasi arena… Sivil toplum diye kabul edilen kurumların ise bu darbe heveslilerine destek verdikleri de görülmüştür.
Ülkemizde ise daha büyük bir garabet yaşanmaktadır. Bu ülkenin geleceğine dair söz sahibi olma arzusu taşıyan ideolojik grupların, süreç içinde devletin kendi zemini içinde eritildiklerine de şahitlik ettik. Sol, ülkücü ve İslamcı akımların süreç içinde devletin kendi beka sorununu çözüme kavuşturmada yer almanın bedeli olarak kendilerini inkâr edebilecek bir pozisyonu makulleştirerek kabullendiler. Yani her siyasi akım, bizatihi kendi siyasal erkleri tarafından yapı bozumuna uğratıldılar. Bu da aldanışın derin bir mekanizmaya sahip olduğunu göstermesi açısından önemli bir veridir.
Daha derin bir mesele olarak modernleşmenin bizatihi kendisi zaten bir aldanış psikozu inşa etmektedir. Başka toplumların modernleşmesini sağlama, onların yer altı ve yer üstü zenginliklerini elde etmek ve onların kendi kültürlerine karşı yabancılaşmasını sağlama adına tarihin yeniden kurgulandığı bilinmektedir. Kurgu ise sürekli bir aldanışı sağlam bir zemine yaslamaktadır. Özgürlük ve haklar mefhumu üzerinden kopartılan fırtınaya bakıldığı zaman; sonuç itibarı ile ortada ne özgürlüğün kaldığını, ne de hakların bir hak olarak varlık kazandığını gözlemleyebiliyoruz. Elbette ki Avrupa kendi vatandaşları için kısmi de olsa bir özgürlük ve hak mefhumunu geçerli kılmaktadır. Ama hepsi o kadar: kısmi…