Yalanın “davranış kalıbı” haline gelmesi, hem bireysel hem toplumsal hayatın dengelerinin alt üst olmasına, sorunların kar topu gibi katlanarak büyümesine neden olduğunu tarih bize öğretmektedir.
Sözgelimi; yalan yere işlemediği bir cinayetle suçlanan ve ağır bir cezaya çarptırılan kişinin uğradığı haksızlık; elbette, kişinin kendisinde, ailesinde ve yakınlarında travmalara, maddi ve manevi zararlara yol açacaktır. Bunun yanında; bireysel travmalar, kaçınılmaz biçimde, toplumsal hafızanın derinliklerinde de izler bırakacaktır. Böylece hem kişinin hem toplumun ruh ve zihin sağlığı zedelenip yaralanacaktır.
Kişisel bir yalan bu kadar kapsamlı sonuçlara yol açıyorsa, toplumsal ve küresel düzeydeki yalanların etkisinin ölçülere sığmayacağı açıktır. Geçmişte ve günümüzde konuyu bütün çıplaklığıyla ortaya koyan yaşanmış sayısız olay üzerinden bunu anlamak hiç zor değildir.
Örneklere bakalım:
Haçlı Seferleri, konuyla ilgili son derece dikkate değer ve üzerinde önemle durulması gereken bir örnektir. Amaçları; Doğu’daki İslam Dünyasını sömürgeleştirmek ve zenginliklerine el koymak olan Avrupalılar, “Kudüs’ü Müslümanların elinden kurtarmak” yalanının arkasına sığınarak on birinci yüzyılda Hıristiyanları haçlı bayrağı altında birleştirdiler. Müslümanlara saldırdılar, yaşadıkları toprakları işgal ettiler. İslam Dünyası; iki yüzyıl boyunca büyük kargaşalar, çalkantılar, yıkımlar ve felaketlere maruz kaldı. Yalnız Avrupa ve İslam Dünyasıyla sınırlı kalmayan dünya dengeleri altüst oldu. Müslümanlar arasında çağımızdakini aratmayan fitneler, iç çatışmalar ve şiddet hareketleri boy gösterdi. Saldırganlarla işbirliği yapanların bireysel ve kitlesel ihanetleri sonu gelmez iç çatışmaları ve ihtilafları körükledi. 1096’daki Birinci Haçlı Seferi ile başlayan süreç 1272’deki Dokuzuncu Haçlı Seferini izleyen artçı sarsıntılarla birlikte yaklaşık iki yüz yıl gibi çok uzun bir zaman devam etti. Haçlı Seferleri üç milyon insanın ölümüne neden oldu. Sadece ele geçirdikleri Kudüs’te bir hafta içinde Müslüman ve Yahudilerden yetmiş bin kişiyi katlettiler (1099).
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük organizasyonlarından biri olan Haçlı Seferleri yalanın gücünü göstererek yıkıma devasa bir ayna tutan unutulmazlar arasındaki yerini almıştır.
Konuyla ilgili küresel bir örnek de Avrupalıların benzer yalanları sömürgeciliği meşrulaştırmak amacıyla kullanmış olmasıdır. Sömürgecilik hareketlerini bilimsel bir kılıf olan “Coğrafi Keşifler” adı altında kamufle ederek Ortaçağda sayısız işgal, katliam, yıkım ve talanlarla yürüttüler. Halklarını kılıçtan geçirdikleri ülkelerin değerli varlıklarına ve zenginliklerine el koydular.
Sanayi Devriminin yaşandığı on sekizinci yüzyılda ise, bu kez ihtiyaç duydukları hammadde ihtiyacını karşılamak maksadıyla yalnız işgal ile yetinmediler. Özellikle Afrika’dan gerekli hammaddeyi, karşılıksız olarak yerlilere hamallığını yaptırarak Avrupa’ya taşıdılar. Dahası; hammaddeyi işleyecek insan gücünü, geliştirdikleri ırk teorisine göre, beyazlara hizmetle yükümlü saydıkları siyahlara yaptırmak üzere milyonlarca Afrikalıyı insanlık dışı yöntemlerle köleleştirdiler. Köleliği kabul etmeyen milyonlarca Afrikalıyı ise katlettiler. Akıllara durgunluk veren bu kitlesel cinayetleri ve köleleştirme uygulamalarını da pişkince “Uygarlaştırma ve Medeniyet Götürme” yalanına dayandırdılar.
Sürekli başvurdukları bu senaryoyu kelimelerle oynayarak günümüzde de sürdürmekten geri kalmadıklarını gösteren çok sayıda örnekten söz edilebilir. Irak ve Afganistan’ın işgali, yakınımızda olduğundan detaylarına tanık olduğumuz iki açıklayıcı örnektir. İki ülkeyi tahrip edip kitleler halinde insanların ölümüne yol açan işgalci güçler, bu ülkelere “Demokrasi ve İnsan Hakları” götürmek amacında oldukları yalanını öne sürdüler. Böylece, haklı olduklarını gösterip dünyayı yalanlarına inandırmak için çabaladılar.
Batı’da, dinin egemen olduğu Ortaçağda da ardından başlayan Seküler dönemde de egemenliğin kurulmasında ve sürdürülmesinde yalan ve türevleri etkili bir role sahiptir. Yukarıdakilere benzeyen oldukça önemli ve belirleyici çok sayıda örnek gösterilebilir.
Yalnız Hıristiyanlığın ya da ve Seküler sistemin egemen olduğu Batı’da değil, oranı daha düşük olsa da Müslüman dünya da bu davranış kalıbına sık sık başvurulmuştur.
Bu anlamda Hilafet, anılmayı gerektiren bir örnek olarak öne çıkmaktadır. Müslümanlara özgü bir yönetim biçimi olan Hilafet, Peygamberin (as) kusursuz yönetimini yaşatmak iddiasına dayanmaktadır. Ama başından beri, Kitap ve Peygamberin (as) belirlediği teorik çerçeveyi, modeli, ilkeleri yok sayarak varlığını sürdürmüştür. Emeviler gibi; Abbasiler, Memluklular ve Osmanlılar da halifeliği, İslam’ın meşru saymadığı yollardan ele geçirmişler ve dünyevi egemenliklerini sağlayan saltanatı güçlendirmek için kullanmışlardır. Bu sapmaya rağmen, “İlayı Kelimetullah” idealini yaşatmak amacında olduklarını her zaman ileri sürmekten geri durmamışlardır. Gerçekte, hamasi bir ifade olmanın ötesine geçmeyen bu sloganik söylem, saltanatı meşrulaştırmak ve Müslümanları yanıltmak için kullanılmıştır.