Yalanın çeşitleri

Gökhan ÖZCAN

Yalanın çeşitleri

alan bazen cesaret gösterip adını koyamadığındır. Bazen inanmayı gerçekten daha çok istediğindir. Bazen gerçeğin yakıcılığından kaçıp karanlık bağrına gizlendiğindir. Bazen nalıncı keseri gibi durmadan kendine yonttuğundur. En kısa zamanda vazgeçeceğim diyerek kendini avuttuğundur. Yalan gözlerine kapatıp gerçeğin yerine koyduğundur. Zihnini, kalbini, insanlığını sarhoşluğuyla uyuşturduğundur. Göze alamadığın yüzleşmeleri ötelediğin, savuşturduğundur. Bazen karanlıkta ıslık çalmaya benzer yalan. Bazen göle maya çalmaya... Bazen zayıflığındır, vuruşmaya güç yetiremeyip teslim olduğun düşmanındır. Bazen durmadan dışına kaçtığın er meydanındır. Bazen yüzüne bakamadığın aynalar, cevabını arayamadığın sorulardır. Yalan bazen meşguliyetindir, oyalandığın şeyle bir köşede unuttuğundur. Bazen adını koyamadığın kaypaklığın, tutup kılıfına uydurduğundur. Can suyunu esirgediğin doğruluğun ve dürüstlüğün, ihmal ederek kuruttuğundur. İçinde tutamadığın heveslerini çıkmaz sokaklara yürüttüğündür. Yalan bahanendir bazen, nefsinin kendinden türettiği asılsız rivayetlerdir. Bazen ne kadar uzarsa uzasın bir gün seni mutlaka asılsız bırakan nihayetlerdir. Yalan tenhada yalnız kalmaya korktuğun çalçene mihmandarındır bazen. Yalan bazen dilinde boş bir tekerleme, freni tutmayan bir laf kalabalığı, sakız gibi çiğnediğin kaidesiz bir nakarattır. Bazen her kapıyı açtığını sandığın bir maymuncuk, her yere uydurmaya çalıştığın destursuz bir aparattır. Yalan bazen abdestsiz bir namaz, hakikatsiz bir niyazdır. Bazen sağlam kulpundan tutamadığın bir oruç, uğraşıp uğraşıp bir türlü varamadığın bir secdedir. Yalan hiç kimsenin hayra yoramadığı karışık bir rüyadır bazen. Ve bazen, hayra yoracak rüyası olmayan koca bir hayattır yalan.

?Harcına yalan karıştırdığın her bina? dedi beyaz saçlı adam, ?gerçeğin en küçük esintisiyle yıkılır gider.?

Evvelkiler mütevazı imkanlarıyla asırların yıkıcı etkilerine rağmen ayakta kalan eserler inşa ettiler. Bizim imkanlarımızı seferber ederek, uğraşıp didinerek inşa etmeye çalıştığımız hiçbir yapı zamana karşı ayakta duramıyor, o sağlamlık hissini vermiyor bize. Sadece bu değil; ne kadar çalışıp çabalasak da, evvelkilerin eserlerinde asırlardır var olan, yaşayaduran içtenlik, nezahet, asalet ve vakar ayniyle müşahede edilemiyor bizim yaptıklarımızda. En çok beceremediğimiz şey de, ihtişamın içine tevazuu, alçakgönüllülüğün lisanına heybeti bir türlü katamıyor oluşumuz. Eksik olan imkan değil, teknik hiç değil, yapmaya gayret de ediyoruz iyi kötü. Ama olmuyor, ne yapsak aslının yerini tutmuyor. Ortaya çıkan netice, belki zevahiri kurtarmakla birlikte, asırları aşıp geçecek o ruhu tam olarak taşımıyor, evveli tevarüs etmiyor, ahiri müjdelemiyor. Belli ki bir şey eksik bizim gayretimizde. Kurduğumuz yapıyı hem sağlam, hem kavi, hem sade, hem zengin, hem mütevazı, hem heybetli, hem sözünü söyleyen, hem sükunet sahibi kılan o kimyaya erişmemize engel olan bir şey var. Belki sahicilik, belki samimiyet, belki doğruluk, belki irfan, belki idrak, belki hazım, belki tevekkül, belki tefekkür... Eksik olan ne? Bizim yapıp ettiklerimizi eksik bırakan eksiklik nerede? Bizim tuttuğumuz maya, bizim pişirdiğimiz ekmek, bizim kopardığımız lokma neden damağımızda o kadim lezzeti tam olarak bırakmıyor? Eksik olan şey, belki de sormayı artık neredeyse tamamen bıraktığımız işte bu soru!

?İçinde mürekkep yoksa? dedi meczup, ?kalemin yazdığını kim göre, kim okuya!?