Tarih: 09.08.2021 11:56

Yabancı Düşmanlığını Besleyen Kaynaklar: Irkçılık ve Milliyetçilik

Facebook Twitter Linked-in

Milliyetçilik ile ırkçılık arasındaki fark çok açık ve net değildir. Özellikle bu tespit, bilimsel literatürle arası olmayan halk kesimleri açısından doğrudur. Milliyetçiler haksız bir biçimde ırkçılıkla suçlanırlar, onlar da kendilerini savunmaktan aciz kalırlar. Çünkü onlar da bu iki kavram arasındaki farkları pek bilmezler.

Sorun nereden kaynaklanıyor?

19. yüzyıl hem milliyetçiliğin hem de ırkçılığın dorukta olduğu bir zaman dilimidir. Avrupalı sömürgeciler, işgal ettikleri ülkeleri ve toprakları ellerinde tutabilmek ve hâkimiyetlerini sürdürebilmek için bir ideolojiye ihtiyaç duymuşlardır. Bu öyle bir ideoloji ki, insanları önce “ırklar”a ayırıyor, sonra da bunlardan birinin diğerlerinden “üstün” olduğunu savunuyor. Fransız diplomat ve yazar Arthur de Gobineau, bu yüzyılda ari Aryan ırkının üstünlüğünü vurgulayan bir kitap yazmıştır. “İnsan Irklarının Farklılığı Üzerine Denemeler” (1855) isimli eserinde yazar dört temel ırk ayırt eder: Beyaz, siyah, sarı ve kızıl. Avrupalılar beyaz, Afrikalılar siyah, Çinliler sarı, Kızılderililer ise kızıl ırktandır. Bu teori, sömürgeciliğin zirvede olduğu 19. yüzyılda Avrupalıların işini kolaylaştırmıştır. Sömürgelerle kurdukları egemenlik ilişkisini bu teoriyle meşrulaştırmışlardır.

Irk, insanların fiziksel özellikleri temelinde sınıflandırılmasıyla ortaya çıkmış bir kavramdır. De Gobineau renkleri esas almıştır. Boy ve kafa yapısını esas alan ırk tanımları da mevcuttur. Irkçılık, üç temel varsayıma dayanır:

1) Yeryüzünde birbirinden ayırt edilebilir ırklar vardır.

2) Bazı ırklar diğerlerinden üstündür.

3) Üstün olan ırk diğerleri üzerinde hâkimiyet kurabilir.

İlk varsayım oldukça tartışmalıdır. Irkların hangi temelde tanımlanacağı bir sorun olduğu gibi birbirinden ayrı saf ırklar bulmak da oldukça zordur. Sözgelimi rengi esas alsak, siyahın siyahı olduğu gibi, kısa ve uzun boylusu da var. Fiziksel antropologlar renkler temelinde ayrım yapmanın izafi olduğunu belirtirler, çünkü siyahın tonları vardır ve hangi tonda çizgiyi çekeceksiniz, bu ciddi bir tartışma konusudur.

Bundan daha önemlisi, “saf” ırk bulmak olası değildir. Yüzyıllar boyunca ırklar birbirine karışmıştır. Kaldı ki tüm insanlığın aynı kökenden geldiğine inanıyorsanız, o zaman ırkların farklı olmasının sizce bir önemi yoktur.

İkinci varsayım, ırkçılığın başladığı bir noktadır. Irkların varlığını, sınıflandırılmasını ve saf olduklarını kabul etsek bile, buradan ırkçılık çıkmaz. Esas problem, ikinci varsayımı kabul etmekle başlıyor. Peki, bazı ırkların “üstün” (superieur), bazılarının “aşağı” (inferieur) olduğunu nasıl tespit edeceğiz? Burada da üstünlük ve aşağılığın kriterlerini belirlemek epeyce zordur. Sözgelimi beyaz ırk bilim ve teknolojide üstün veya ileri olabilir, ama siyahlar da sanat ve sporda üstündür. Çinliler ve Müslümanlar, medeniyet olarak tarihte çok ciddi başarılar sergilemişlerdir. Neden şimdi bu ırklar geri ve aşağı kabul edilsin ki? İşte, bu ve benzeri sorular bilim insanlarını oldukça zorlamaktadır. Ama ırkçılık teorisyenleri mevcut güç ilişkilerini esas almışlardır. Değil mi ki Avrupa ve beyaz ırk, 19. yüzyılda egemenliği ele geçirmiştir, bu üstünlük için kâfidir. O zaman mesele, bilimsel değil, politik bir meseledir.

Nitekim üçüncü varsayım, tam da bu meseleyi dile getirmektedir. Mademki Avrupalı beyaz ırk bir kez egemenlik sağlamıştır, o zaman üstündür. Ama bu varsayımı çelişkili hale getiren bir çıkarımdır. Çünkü üstünlüğün temelini ırktan, siyasal ve askeri bir temele kaydırmaktadır. O zaman tarih boyunca egemenlik kurmuş hakları üstün ilan etmemiz gerekecek ki, bu da makul bir şey değildir.

Şimdi ırk ve ırkçılık kavramlarından millet (nation/ulus) ve milliyetçilik kavramına geçersek, millet Fransızcada “doğmak” (naître) fiilinden türetilen bir kavramdır. Millet, kesinlikle “kavim” değildir. Osmanlıcada bu kelime olmadığı için yanlışlıkla kavim olarak tercüme edilmiş ve buradan da milliyetçiliğin “kavmiyetçilik” olduğuna hükmedilmiştir ki, bu tamamen yanlış bir hükümdür.

Millet olgusu, kavim olgusunun bir ileri aşamasında ve imparatorlukların dağılmasıyla “doğmuştur.” Ziya Gökalp, millet olgusunu kültürle eş anlamlı görür. Ona göre millet kültürel bir entitedir. Fransızlar, ortak bir kültüre sahip oldukları için millettirler. Bu ortak kültüre sadece kavim ve etnisite olarak Fransızlar değil, onlarla bütünleşmiş diğer kavimler de dâhildirler.

Milleti ortaya çıkaran bir etken kültür ise, diğer etken de imparatorluklara karşı savaşarak kendi varlığını ortaya koyan siyasal iradedir. Hem kültürün kendine özgü olmadığı hem de siyasal iradenin zayıf olduğu durumlarda, bir milletin doğma olasılığı düşüktür. Bu durumda bazı kavimlerin daha geniş bir birliktelik içinde yer alması kaçınılmazdır.

Ama milliyetçilik literatürü şunu da ortaya koymaktadır: Millet, aynı zamanda tahayyül edilen bir cemaat’tir. Benedict Anderson, “Hayali Cemaatler” adlı kitabında bu tezi savunur. Eğer siyasal irade baskın çıkıyor ve bir millet tasarlıyorsa, önce devletini kuruyor, sonra da ortak bir kültür içinde kaynaşmış bir millet icat ediyor. Nitekim imparatorlukların dağılma sürecinde her iki biçimde de millet olma hallerine rastlanmıştır.

İster doğal olarak tarihsel süreç içinde gelişmiş olsun, isterse icat edilmiş olsun millet (nation) kavim değildir, ondan daha kapsamlı bir bileşkedir. Bir kavmin oluşum sürecinde baskın olması fazla bir şey değiştirmez.

Nasıl ırkçılık Avrupa sömürgeciliğini aklamak için ortaya çıkmışsa, milliyetçilik de aynı yüzyılda milletlerin imparatorluklardan kopma, ayrılma ve oluşum süreçlerini meşrulaştırmak için ortaya çıkmış modern bir ideolojidir. Geçmişte toplumları birleştiren etkenler din ve hanedanlıklar iken, yeni dönemde bunun yerine kültür ve millet olguları geçmiştir. Milliyetçilik bir bütünleşme çerçevesidir ve bir millet yaratma idealidir.

Irkçılık ve milliyetçiliğin hikâyeleri farklı olduğu gibi anlamları da farklıdır. Bu iki kavram birbirine indirgenemez ve indirgenmemelidir. Milliyetçi ırkçı, ırkçı milliyetçi olarak nitelenemez. Ama milliyetçilik ve ırkçılığı ortak bir paydada buluşturan bir şey var, o da “yabancı düşmanlığı”dır. Irkçı, başka ırkları “yabancı, öteki ve aşağı” görür, milliyetçi de başka milletleri “yabancı, öteki ve aşağı” olarak tanımlar. Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de yabancı düşmanlığı yapanların kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlamaları, bizim tezimizi doğrulamaktadır.

Hem ırkçılık hem de milliyetçilik, kendi ırkını ve milletini tanımlarken aidiyet sınırlarını çizer ve bunun dışında kalanları “öteki” olarak niteler. Öteki ile ötekileştirme arasında bir fark vardır. Başkalarını öteki olarak nitelemek, kimseyi yabancı düşmanı veya ırkçı kılmaz. Öteki, yani bizden olmayan, ötekileştirilmeye başlandığı andan itibaren yabancı düşmanlığı ortaya çıkar. Ötekileştirme, basitçe bizden olmayanlara olumsuz ve şeytani özellikler atfetmektir. Biz ne kadar iyi isek, öteki o kadar kötüdür.

Durup dururken birileri başkalarını öteki ilan edilmez ve ötekileştirme yapmaz. Bu sürecin belirli koşulları ve belirli bir bağlamı vardır. Tekrar milliyetçiliğin imparatorluklara ve hanedanlıklara karşı bir isyan olarak doğduğunu hatırlayalım. Bu süreçte imparatorluklardan ayrılanlar “hain” olarak damgalanır. Sözgelimi Balkan milliyetçileri Osmanlı hanedanlığına ilk başkaldıran kesimler olmuştur, bunu Arap milliyetçileri izlemiştir. Osmanlı’ya göre Balkan halkları ve Arap halkları “hain”dirler. Çünkü Osmanlı Türklerini arkadan vurmuşlardır.

Hainlik ile kahramanlık arasında ince bir çizgi vardır. Bizim gözümüzde hain olanlar kendi halklarının gözünde “kahraman”dırlar. Çünkü kendi milletlerine sahip çıkmışlar ve onları bağımsız kılmışlardır. Bu anlamda her hain aynı zamanda kahramandır ya da şunu söyleyebiliriz: Her milliyetçi haindir! Hainlik ve kahramanlık izafi kavramlardır.

Türk milliyetçilerine göre Araplar “hain”dirler, doğrudur ama kahraman olmak için milliyetçi olmak, milliyetçi olmak için de kahraman olmak gerekir. Sadece Araplar mı haindir? Osmanlı hanedanına karşı çıkan ve yeni bir devlet kurmak isteyenler de en az Araplar kadar haindir. Çünkü onlar eliyle saltanat ve hilafet sonlandırılmıştır! O zamanki şartlarda İstanbul hükümeti, onları hain görüyor; Ankara’da yeni bir yönetim oluşturmak isteyenler de Osmanlı hükümetini ve padişahı hain olarak görüyorlardı. Demek ki hainlik, milliyetçilik için olmazsa olmaz bir koşuldur, ama her hain başarılı olduğunda kahraman oluverir. Bu da bir gerçektir!

Suriye göçüyle birlikte Araplarla ilgili önyargılar ve kalıpyargılar yeniden su yüzüne çıkmıştır. Yapılan araştırmalarda bunları ortaya çıkmaktadır. Benim bir öğrencimin (Selin Kaygısız) Sosyal Hizmet öğrencileri arasında yaptığı bir araştırmada “Suriyeli” göçmenlere yönelik hem olumlu hem de olumsuz sıfatlar atfedildiği bulgulanmıştır: Sırasıyla mağdur (25.6), yoksul (20.4),  pis (8.2) ve gürültücü (7.8) kelimeleri kullanılmıştır. Öğrencilerin “Arap” denildiğinde kendilerine çağrışım yapan sıfatlar arasında ise, sırasıyla en çok pis (10.2), kaba (9.8), dindar (9.8) ve zengin (8.7) kelimeleri kullanılmıştır.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —