Din’de ve inançta farklı olanla birlikte yaşamayı, tarihte uygulanmış “zimmi” modelinde gören ve bugün için de geçerliliğine inanan geleneksel bir Müslümanlık anlayışının hâkim olduğunu biliyoruz. Çağımızda, din ve vicdan özgürlüğü bağlamında büyük bir sorun oluşturan “zimmilik”, geleneksel ve tarihsel İslam bakımından Müslüman çoğunluk tarafından hala tarihte uygulanan biçimiyle kabul görmektedir. Bugün itibariyle yanlış bir kabul olarak gördüğüm bu sorun ile de yüzleşmek zorunda olduğumuza inanıyorum.
Zimmi, “kendisine güvence verilen, koruma altına alınan” veya ‘bir anlaşma ile birlikte güven içerisinde yaşamak’ demektir. Resul-ü Ekrem (s.a.s) döneminde, doğrudan İslam’a ve peygambere savaş açmış ve yenilmiş toplulukların, Müslüman olmadan ve köleleştirilmeden, kendilerine esir muamelesi de yapılmadan bir anlaşma ile yurtlarında kalmaya devam etmişlerdir. Bu topluluklara, aynı coğrafyada kendi yurtlarında, mal ve mülklerinin sahibi olarak güven içinde yaşamalarına “zimmilik” ile imkân tanınmış, Cizye (özel vergi) vermeleri karşılığında bir anlaşma ile mal ve canlarının emniyeti güvence altına alınmıştır.
Savaşıp yenilmelerine rağmen zimmiler, yurtlarını, topraklarını, bağ ve bahçelerini, taşınır taşınmaz mallarını koruyarak ‘cizye’ karşılığında güven içinde yaşama devam etmenin tek örneği ve dönemin en büyük devrimlerden biri olarak yerini almıştır. Bu güvence ve model, doğrudan Allah tarafından Peygamberine bildirilmiştir:
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah`a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Peygamber`inin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, boyun büküp (savaşmaktan vazgeçip teslimiyet gösteren ve ) kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.” (Tevbe/9:29)
Bu İlahi emir, Resul-ü Ekrem tarafından uygulanmış ve barış içinde birlikte yaşamaya devam edilmiştir. 14 00 yıl önce karanlık bir çağda farklı din ve inanç kesimlerine tanınan bu hürriyeti küçümsemek hiçbir vicdan sahibi insan için söz konusu olmamalıdır. Ayrıca “Medine vesikası/toplumsal sözleşmesi” ile de aralarında bir savaş söz konusu olmadan, aynı ülkenin/yurdun farklı din ve kültürlere sahip toplumluluklarını eşit koşullarda bir arada yaşatmayı mümkün kıldığını biliyoruz.
Ne yazık ki bu çözüm modeli de Peygamberden sonra, özellikle Hz. Ömer döneminde başlatılan savaşlarla, Müslümanların hâkimiyet alanları genişledikçe farklı uygulamalarla biçim değiştirmiştir. Savaşanlar için uygulanmış “zimmilik” anlaşması, savaşmadan anlaşma yapmayı kabul edenlere de uygulanmaya başlanmıştır. Kabul etmeyenlerle de savaşılmış ve taşınır malları ganimet olarak alınmıştır. Hz. Ömer ile başlayan bu uygulamalar zaman içerisinde değişime uğrayarak, zimmilerin vergi yükleri ağırlaştırılmış, Müslümanlardan ayrı ve lokal bir yaşama mecbur bırakılmış, kılık kıyafetleri dahi ayrıştırılarak ötekileştirilmişlerdir. Bu uygulamalar, dini bir hüküm olarak fıkıh kitaplarında ve Şeriat sisteminde yer alınca bir “İslam” inancına dönüşmüş ve gelenek içerisinde kurumsallaşmıştır.
İslam iddiasıyla siyaset yapanların veya “İslam devleti” hayalperestlerinin 21. yüzyılda dahi Gayr- Müslimlerle birlikte bir yaşam için inandıkları çözüm modeli bundan farklı değildir. Müslüman coğrafyasının modern hayatta çözemediği ve alternatif yöntemler geliştiremediği, bu nedenle de hala “zimmi” statüsünü çözüm olarak benimseyen gelenekçi bir ulema sınıfının da var ve etkin olduğunu hatırlatmalıyım. Daha ötesi, dinbaz politikacıların ve örgütlerin hâkim olmaları durumunda bununla da yetinebileceklerine inanmıyorum. Tarihimiz, yaşanmış tehcir ve göçler nedeniyle yeterince temiz olmadığı ortadadır.
Günümüzde aynı dinden, aynı tarih ve gelenekten beslenen Müslümanların mezhep, görüş ve etnik farklılıklardan dolayı birbirleriyle savaştıklarını, toplu katliamlar yaptıklarını, birbirlerini tekfir ederek yıkım, yağma ve talana giriştikleri bu kadar açık ortada iken, bu Müslüman unsurların Hristiyanlara, Musevilere, Budist ve Hindulara, Deist veya Ateistlere karşı nasıl bir tutum sergileyeceklerini tahmin etmek hiç de zor değildir.
Bu durum, sadece Müslümanın dinbazına, bağnazına, IŞİD tarzı ideolojilere münhasır bir anlayış değildir. Bugün, Şii ve Sünni güçlerin Irak ve Suriye’de, Vahhabi Suudi’nin Yemen’de, Türkiye’nin Irak Suriye ve Libya’da yaptıkları çok mu farklı?
Modern tarihimiz bile çok kirli. Türkiye örneğinde olduğu gibi kendilerinden olmayan Müslümanlar için kurulan İstiklal mahkemeleri, dikilen idam sehpaları, yargısız infazlar, yapılan katliamlar, baskı ve ayırımcılık, dışlanmışlık ve düşmanlıkların, kimilerinin hala hafızasında, kimileri için de kitap ve dergi sayfalarında yer almaktadır. Yine modernistlerin Ermeni, Rum, Musevi ve bu toprakların kadim sahiplerinden Süryanilere uyguladıkları kıyım politikalarını unutmak mümkün mü? Müslümanların kendi aralarında, birbirlerine olan kin, öfke ve düşmanlıkları, yakın tarihin en utanç verici örneklerinden başörtüsü yasağı ve 15 Temmuz sonrası KHK uygulamalarıyla yeterince ortaya çıkmadı mı? Egemen dine ve sistemlerine uymayan gayr-i Müslimlerin başına gelebilecek mezalimi siz düşünün.!
Tarihimizi ve inandığımız geleneksel dinimizi sorgulamadan, yüzleşmeden, bırakınız Gayr-i Müslümlerin bize güvenmeleri, bizler dahi birbirimize asla güvenemeyiz. Tarihsel İslam’ı din edinmiş ve ancak siyaset ve iktidarla var olacağına inanan Müslümanların İslamcısı, dinbazı, muhafazakarı, sağı, solu, modernisti, gelenekçisi hiçbir kesime, partilerine, örgütlerine, cemaatlerine, iktidarlarına güvenilemeyeceği defalarca tecrübe edilmiştir. Sorun, Müslümanlar olarak kendimizi doğru tanımlamaktan kaçınmamızdır. Resul-ü Ekrem’in tarifiyle “İnsanların, elinden ve dilinden emin/güvende oldukları” Müslümanlardan olmadığımız çok açıktır. Peki, yüzleşmemiz gerekmiyor mu?
İtiraf etmeliyiz ki, siyasallaşan İslam, Allah’ın dini olmaktan çıkmış, egemenlerin ve statüko yanlılarının dini olmuştur.
…devam edecek…