Evvelâ salgın, akabinde savaş, kıtlık ve hayâtın aşırı pahalılaşması… Bunlar son bir kaç sene içinde peş peşe geldi. İlki son derecede şâibeliydi. Bugün hâlâ, bu salgının kasıtlı çıkarılıp çıkarılmadığı tartışılıyor. Ölüm oranları, ortada bu kadar panik yaşanmasına, günlük hayâtın rutinlerini altüst eden tedbirlere değip değmediğini sorgulatıyor. Öyledir, şöyledir kabilinden iddialı tezler ileri sürmeyeceğim, ama izaha muhtaç meseleler bunlar. Kesin olan bir şey var. Bu salgından, sağlık sektörlerindeki büyük şirketler olağanüstü kârlar elde ettiler.
Tam salgın sona erdi derken Rusya-Ukrayna savaşı başladı. Çin-Tayvan savaşı ise kapıyı çaldı. Merkez dünyânın dışında yaşanan savaşlar mutat sayılırken, birden merkezi vurdu. III. Umûmî Harp ihtimâli tartışılmaya başladı. Tekmil dünyâ devletleri hızla silâhlanmaya başladı. Uygulanan ambargolar ve yaptırımlar neticesinde mevcut ekonomilerin can damarı sayılan enerji sektöründe sırayla daralma ve peşi sıra aşırı fiyatlanma dalgaları meydana geldi. Burada kesin olan, silâh sanâyilerinin ve enerji şirketlerinin sağladığı aşırı kârlardı. Sağlık sektörü ile savaş ve enerji sektörleri arasında gûya bir centilmenlik anlaşması (!) sağlanmıştı. Sıraya girdiler; evvelâ ilki kazandı, diğerleri geri durdu. Nihâyet silâh ve enerji şirketleri sahneye çıktı ve topyekûn insanlığın kanını emmeye başladılar.
Aslında bunlar birer netice. Kapitalist üretim tarzı tuhaf bir yapılanmaya sâhip. Onun krizlerinden de beslenenler var. Esas mesele bizzat bu krizlerin mâhiyeti. Gerek salgın, gerek savaş ve enerji daralmaları birer sebep değil, neticedir. Daralan bizzat sistemin kendisidir. Bizzat sistemin efendileri de bunun farkındadır. Artık elektrik temelli, kömür ve petrole dayalı, hidrolik enerji kaynaklarını da içine alan seri bant üretimini ifâde eden Fordist-Taylorist III. Sanayi Devrimi’nin sonuna gelindiği âşikârdır. 1950’lerde başlayan ve 1970’lerden itibâren hızla gelişen dijitalleşme üretici güçlerdeki büyük dönüşümü ifâde ediyor.
Bu kritik eşikte tâkip edilecek iki esaslı yol ve tarz olduğunu düşünüyorum. İlk bakış, üretici güçlerin gelişimini olağanlaştırmaya mâtuftur. Olağanlaştırıcı bakışın içinde de iki tarz göze çarpıyor. İlki tam teslimiyetçi bir mâhiyettedir. Meselâ liberteryenler bunun bayraktarlığını yapar. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mottosu tam da bunu anlatır. “Sihirli, görünmez bir elin” neticede her şeyi düzenleyeceğine müteveccih bir iman vardır burada. Teslimiyetçi bu bakışın karşısında “irâdeci” başka bir bakışın da yükseldiği ortadadır. Burada, dönüşümün insanlığın hayrına nasıl yorumlanacağı farklı mütalâaların mevzuu olabilir. Aydınlanma ve Aydınlanma sonrası fikir târihi içindeki bir damar buna işâret eder. Meselâ “olgun” Marx bu meseleyi derli toplu yerli yerine oturtan fikir adamlarından birisidir. Marx bugün hayatta olsa bu dönüşümden heyecanlanır, muhtemelen Das Capital II’yi çıkarır, “ilkinde olmadı ama bu defâ olur” niyeti üzerinden yeni bir Manifesto’yu yazardı.
Üretici güçlerin dönüşümü karşısındaki ikinci dalga, sürece doğurmakta olduğu ve doğuracağı insânî riskler itibârıyla karşı çıkmak ise bir moral tercihtir. Bunu en güzel ve saf hâliyle Luddizm ve Luddistler ifâde eder. Akım ismini, tekstil işçisi Ned Ludd’dan alır. Ned Ludd, makinaların insan emeğinin yerini almasına şiddetle karşı çıkmış, onları kırmaya başlamıştır. Modern dünyâda ikonaklastisizmin karşılığı da bu olacaktı. Bâzı eserleri dilimize kazandırılmış olsa da Türkiye’de pek tesir doğurmamış olan Kurt Vonnegut’un fikirleri tam da bunun modern karşılığıdır. İronik, satirik bir kalemi olan Vonnegut, “sırf bâzılarımız okuryazar olduğu, dört işlemden anladığı için evreni fethetme hakkını kendisinde görüyor” diye yazan adamdır. Bu moralist dalganın çeşitli türevleri olduğu muhakkaktır. Bizde onlar gerici olarak bilinir. (Soru: Türkiye’de gericilik var mıdır?)
Bugün dünyâ düşünce atlasına baktığımızda benzer dağılımı tâkip edebiliyoruz. Meselenin heyecan kısmına kendilerini kaptırmış olan saf, anarkoteknolojistler arasında “bırakınız yapsıncılar” mebzul miktarda mevcut. Gâliba baskın olanlar da onlar. Fanteziden fanteziye sürükleniyorlar. Bâzıları, “olgun” Marx’ın yolundan gidiyorlar. Bu sürecin hayırhah taraflarını işlemeye çalışıyorlar. Yeni teknolojinin kapitalizmi ıslah edeceğine, doğa-insan-sermâye üçlüsünün arasında hasreti çekilen bir dengenin kurulacağına inanıyorlar. Rifkin bunların önde gelen figürlerinden birisi. Yeşiller’in kendilerini hâlâ solda görmeleri, sınıfsal tahlilleri bıraktıkları için yadırganabilir. Siyâsal devrimciliği bırakmış olsalar da, en azından bir tarafıyla, hattâ özünde Marx’ın izinden gittikleri kabûl edilmelidir. Tabiî ki Marx’ın hataları üzerinde düşünmüyorlar. Olgunlaşmasıdır Marx’a hata yaptıran. Olgunlaşma biraz da teslimiyet değil midir? 1844’teki o müthiş aklını rafa kaldırdığı için sistem onun fikirlerini massetmekte zorlanmadı. Bugün sol, her zaman olduğundan daha fazla “olgun”, yâni teslimiyetçi.
Atlasta Luddistler de eksik değil. Ferrari’sini satan frapanlarından, ılımlı minimalistlerine, altına şalvar çekip köyde süt sağan protest okumuş şehir kaçkınlarına, ATM kabinlerine ve AVM vitrinlerine saldıran militanlarına kadar geniş bir yelpazedir geç-modern Luddistler. Ned Ludd’dan farkları merkezkaç panikleri…
Sistem onları da massetmekte zorlanmıyor. Hattâ onları ilk hatta çekecek ince yollar da döşeniyor.
Vizyon mu dediniz? Saf olmayalım Allah aşkına… Böyle bir dünyâda vizyon olmaz; olsa olsa illüzyonlara vizyon denir.