Hilafetin, Kureyş’in bir hakkı olarak görülmesi, Ensar, Ben-i Haşim ve Ehl-i Beyt’in istişarenin dışında bırakılması ve Medine dışında kalan Müslüman kabilelerin halife seçimlerinde dikkate alınmaması hem Haricilik hareketine hem de Muaviye’in yönetime el koymasına yol açmıştır. Daha açık bir ifadeyle; Muaviye ve oğlu Yezid’e hilafet/saltanat yolu açan Hz Ebubekir ve Hz Ömer’in seçilme yöntemi ve kullandıkları referanslar olmuştur.
Halil Cibran; “Eğer başınıza bir despot geçmişse bunun sorumlusu sizlersiniz; Yüce Yaratan, alnınıza diktatörleri yazmamıştı, bunu sizler kendi kendinize yazıyorsunuz” der. Olup bitenlerin sorumlusu Sahabe olunca, doğruyu, hakikati öğrenmek neden suç, günah olsun? Bir olayın esasını öğrenmeden ondan ibret alacak bir ders ve doğru hükümler çıkarmak nasıl mümkün olur? Bediuzzaman’ın ifadesiyle "Bir şeyin esası, kalbi bozuk olursa teferruatını tamir etmek bir faideyi teşkil etmez...”
Yezid’in veliaht tayin edilmesi ve Muaviye’nin ölümünden sonra “halife” olması sahabe döneminde açılan yolun bir sonucu ve Müslümanlar için kıyametin/büyük felaketin başlangıcıdır. Buhari’de geçen bir Hadiste Resul-ü Ekrem’in (s.a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“İş, ehli olmayana (layık olmayana) tevdi edildiği (verildiği) zaman, kıyameti bekle”
Bu dönemin kıyameti de Muaviye’nin; Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ikilisinin Müslümanları/ümmeti yönetme gerekçelerini kendisi için de referans yaparak oğlu Yezid’i kendisinden sonra veliaht olarak tayin etmesidir. Böylece Muaviye’nin başlattığı isyan ve iç savaşlar Yezid ile zirveye çıkmış ve büyük felaketlere yol açmıştır.
Yezid, işe Ehli Beyt katliamı ile başlamış ve Kerbela’da Ehl-i-Beyt soykırımı gerçekleştirmiştir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) göz bebeği, seyidimiz ve rehberimiz Hz. Hüseyin (a.s.), şehit edilmekle yetinilmemiş, Resulüllah’ın defalarca öpüp göğsüne dayattığı kafası gövdesinden ayrılmış olarak mızrak ucunda saraya götürülmüş, hilafet koltuğuna oturan Yezid’in ayaklarının önüne alçakça atılmıştır.
Bu katliamla sadece Yezid’in saltanatı tahkim edilmemiş, en büyük engel ortadan kaldırılarak “İslamsız Müslümanlığın” da yolu tamamıyla açılmıştır. Katliamın şoku henüz devam ederken İslamsızlığa ve zulme direneceklerinden korktuğu Medine ve Mekke halkını etkisiz kılmak için Müslim b. Ukbe ve Haccac-ı Zalim olarak tanınan Haccac b. Yusuf’u büyük bir ordu ile üzerlerine gönderir. Yezid’e biat ve itaat etmeyi reddeden binlerce Müslümanın boynu vurularak katliamlar yapılır, kadınların ırzına geçilir, Mekke ve Medine yağmalanır, Kâbe tahrip edilerek dehşet saçılır, 80 kadar sahabenin kesilen başları Şam’a, Yezid’e gönderilir.
Yezid’in has adamlarından olan Haccac’ın, valilik yaptığı dönemlerde gerçekleştirdiği katliamlarda yaklaşık 200 bin Müslümanın öldürülmüş olması, trajediyi ve kıyameti/büyük felaketi tarif etmek açısından yeterlidir, sanırım.
Esas trajikomik olan; Ehl-i Beyt soykırımı dâhil bütün katliamların gerekçesi; saltanatın, devletin ve ümmetin bekası olmuştur. Söz konusu katliamları ve Ehl-i Beyt’e yönelik vahşeti onaylamasalar da, aynı gerekçelerle Yezid yönetimini “meşru” ve Yezid’i de “ulu’l-emir” olarak kabul eden bir ulema sınıfımız ve Müslümanlık anlayışımız hep olmuş, Kur’an’ın uyarısına aldırmadan “zalim de olsa itaat vaciptir” fetvası “beka” üzerinden günümüze kadar dini/İslami bir gereklilik olarak devam etmiştir.
“Kendisine Rabbinin ayetleri (mesajları) aktarıldığında onlara sırtını dönenden (yüz çevirenden) daha zalim kim olabilir? (Bu şekilde) günaha batmış olanlardan öcümüzü (intikamı) mutlaka alacağız!” (Secde Suresi/32: 22)
Sormak istiyorum: Müslümanları veya yeryüzünde herhangi bir toplumu yönetme hakkını Yezid’e ve benzerlerine veren bir din, Allah’ın dini olabilir mi? lemleri, evreni; adaleti ve rahmeti ile kuşatan İslam’ın zalimlere cevaz ve yol vermesi mümkün mü? Böyle bir zulüm ve ceberut düzeni “beka” veya “maslahat” gerekçesiyle meşru görecek bir Müslümanlığı İslam’la bağdaştırmak doğru mu?
Elbette doğru değildir. Bunun için geleneğimizi “İslamsız Müslümanlık” olarak tanımlıyorum. Asırlardır dinselleştirilmiş bu anlayışla yüzleşemediğimiz için bugün de aynı gelenek hiç değişmeden devam etmektedir.
-devam edecek…
Siyasal mücadelelerin dinselleştirilerek toplumsallaşması İslam’a mugayir olduğu kadar ayrışmalara, ayırımcılığa, iç çatışmalara, bölünmelere de neden olmuştur. Dinselleştirilmiş siyasetin en büyük tahribatına örnek olarak; Resul-ü Ekrem döneminde gerçekleşen (Evs-Hazrec, Muhacir-Ensar, Arap-Acem, siyah-beyaz, köle-hür) İslam kardeşliğinin Resulüllah’tan hemen sonra bozulması ve bir daha asla toplumsal hayat bulmamasıdır.
Bu durumda dinin, siyaset ve egemenlik aracı olarak kullanılmasının olumsuz ve yıkıcı etkilerine rağmen sorgulanamamasının nedeni İslam olabilir mi? Bu tahribatın “Sahabe dokunulmazlığı” ile örtülmesi ve İslam’ın sömürü düzenine kılıf yapılması yandaş Müslüman ulemasının en büyük utancı değil midir? 21. yüzyıl bilgi ve teknoloji çağına İslam aydınlığı ile değil de bu utançla girmemiz bizi de suçlu, ayıplı ve günahkâr kılmıyor mu?
Bu suçu kasten ve bilerek işleyen Emevi ümerası, kendilerinden sonra gelenler için de kirli bir miras bıraktılar. Bu kirletilmiş gelenek içerisinde iktidarlar, devletler, imparatorluklar kuruldu. Tamamı da meşruiyetini dinden alıyorlarmış gibi bir siyasal sistem ve onun yasalarını oluşturan bir Şeriat/Fıkıh düzeni oluşturdular.
Oluşturulan bu “din soslu düzen”, on binlerce sahabenin, yüzbinlerce Müslümanın ve yüzlerce Ehl-i Beyt’in pak ve masum kanı üzerinden inşa edildiği çok açıkken, bunun asırlardır perdelenmeye çalışılması, “Şeriat düzeni” adıyla oluşan yönetimlerin İslami ve hukuki bir düzen olarak görülmesi sadece Müslümanların onuruyla değil, aklıyla, diniyle de alay edilmesi değil midir?
Bu dinselleştirilmiş siyasal sömürü düzeninin Sahabe kanı ve Ehl-i Beyt soykırımı üzerine inşa edildiğini her Müslümanın bilmeye hakkı olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki sadece siyasal düzeni değil, birbirlerine karşı öfke, kin, nefret, düşmanlık ve şiddet içinde olan Sünni ve Şii geleneklerini de besleyen Sahabe katliamları ve Ehl-i Beyt soykırımıdır. Bu anlayış ve yaklaşım tarzının dayanağı nasıl Allah’ın dini İslam veya İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s) ve onun kıymetli ashabı olabilir?
“Muhammed Allah’ın Elçisi’dir ve (sadakatle) o’nun yanında olanlar, bütün hakikat inkârcılarına karşı kararlı ve tavizsiz, (ama) birbirlerine karşı merhamet doludurlar. Onların (namazda) eğilerek (ve) yere kapanarak Allah’ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Onların işaretleri, yüzlerindeki secde izleridir. Şu, onların hem Tevrat’taki ve hem de İncil’deki temsilleridir: (Onlar) filiz veren bir tohum gibi(dirler), sonra Allah o (filizi) güçlendirir ki sağlam şekilde büyüsün ve (sonunda) kökü üzerinde dimdik dursun ve üreticileri sevindirsin... (Allah böylece müminleri sağlam ve dayanıklı/dirençli kılar) ki onlar aracılığıyla hakikat inkârcılarını şaşırtsın. (Ama) onlardan inanıp doğru ve yararlı işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.” (Fetih/48:29)
Böyle bir merhamet peygamberini ve onun yıldızlar misali seçkin sahabesini siyasal iktidarlara araç yapan ve onlara yalan ve iftiralar isnat ederek sömürü düzenini kuran bir geleneği 13 asırdır sorgulayamıyor ve hakikatin ortaya çıkmasına engel oluyoruz. Cemel, Sıffin savaşları ve Ehl-i Beyt soykırımı tek başına bu geleneğin Kıyamet’e kadar büyük utancı olmaya devam edecektir. Bu büyük utancı silmek için kirli geleneğimizle yüzleşmeli, akıl-ilim-irfan-adalet-ahlak ve ihlas dini olan Allah’ın dini İslam, onun muazzez peygamberi ve ashabı ile yeniden sahih bir bağ kurma mecburiyetimiz vardır.
Emevilerin “saltanat, devlet, maslahat-millet-ümmet bekası” gerekçesiyle kanını akıttığı ve soykırım suçu işlediği masum ve de mazlum Ehl-i Beyt, 13 asırdır “beka” gerekçesiyle işlenen bütün katliamların, akıtılan kardeş, baba ve oğul kanlarının gerekçesi yapılmıştır. Yandaş ve Saray/devlet uleması da “beka” gerekçesini meşrulaştırarak bu suçlara ve cinayetlere doğrudan iştirak etmiştir. Bundan dahi zalim ve daha büyük bir suç ve utanç olur mu? Ne yazık ki biz, bu geleneğin şekillendirdiği Müslümanlarız. Övündüğümüz ecdat, haşmetli cennetmekân sultanlarımız, gurur duyduğumuz tarih ve bugünkü kabullerimiz bu geleneğin ürünleridir.
Hiç düşündük mü Emevi, Abbasi, Osmanlı Müslümanlığı neye göre İslam’dır?
Pakistan, İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer ülkelerin Müslümanlığı niçin İslam olsun?
Taliban, El-Kaide, Boko-Haram-IŞİD ve diğer örgütlerin Müslümanlığı nasıl İslam olabilir?
Allah’ın insanlık için DİN olarak seçtiği İslam’ın yerine, neden Arabın, Farsın veya Türkün Müslümanlığı egemen olsun? Arap da, Fars da, Türk de Müslümanlık iddiasını, Allah’ın dini olan İslam’la yaşanır kılmak zorunda değiller mi?
Kendi kültürleriyle, İslam öncesi inançlarıyla sentezlenmiş, özünden koparılmış, siyasallaştırılmış millileştirilmiş bir dini, daha kaç asır bize “İslam” olarak sunmaya devam edeceklerdir? Müslüman dünyasına musallat olmuş böyle bir Müslümanlığın İslam’la, Kur’an’la, Hz. Muhammed’le sahih bir bağı olabilir mi?
Emeviler döneminden bugüne kadar devam etmekte olan ve İnancı Tevhid, Kitabı Kur’an, Rehberi Hz. Muhammed (s.a.s) olmayan ve evrensel ilkelerden soyutlanmış bir din ile egemenlere, din tacirlerine, zorba yönetimlere, çıkarcı-yalancı-riyakâr politikacılara, adaletten, hukuktan yoksun bir siyasal düzene itaate, biate, teslimiyete zorlanıyoruz.
“Kim Allah’a teslimiyetten başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Al-i İmran/3:85)
21. yüzyıla aynı gelenekle girmemiz bizim için bir cehalet ve dinbazlık örneğidir. Geleneği bizden sonraki nesillere bırakmak bizim için bir utanç, onlar için ise kötü bir miras olacaktır.
Bu soykırım ve katliamlarla yüzleşmedikçe hiç bir Müslümanın bu utançtan temizlenemeyeceğini ve Allah’ın huzuruna bu vebal ve sorumlulukla çıkacağına inanıyorum. 13 asırdır yüzleşemediğimiz bir utancı, bizden sonra gelenlere bırakmak ahlaki de, İslami de değildir. Bu nedenle ısrarla yüzleşmemiz gerektiğini savunuyorum.
-devam edecek…
Yüzleşmemiz gereken sorunlardan biri de; İslam ile uzlaştırılan, hatta özdeşleştirilen “militarizm” ve şövalyeler misali “akıncılık” ruhudur. Resul-ü Ekrem’in (s.a.s.) bir kez dahi saldırı savaşı yapmadığı halde nasıl oldu da kendisinden sonra İslam; kılıç kuşanmış cihatçı, fetihçi, savaşçı, akıncı ve militarist bir anlayışa dönüştü?
Yine, Resul-ü Ekrem’in (s.a.s.) vefatından hemen sonra başlayan tartışmaların etkisiyle sivil-dini düşüncenin gerilemeye başladığını görüyoruz. Hz. Muhammed’in (s.a.s) saldırılara maruz maruz kaldığı durumlar hariç silahsız, savaşsız ve hiçbir şiddete başvurmadan sadece Kur’an ışığı ile aydınlanan yolda başlattığı ahlaki ve sivil yürüyüş sonucu cahiliye toplumundan bir ‘bilgi ve medeni toplum’ oluştu.
Bunun nedeni; İslam’ın ilimsiz bir imanı, ahlaksız bir yaşamı, adaletsiz bir yönetimi/düzeni reddetmesiydi. Kuşkusuz Resul-ü Ekrem rehberliğinde cahiliyeden medeniyete giden yolu aydınlatan; akıl, ilim, ahlak, adalet, rahmet ve irfanı öğütleyen Kur’an’dı, cihad da bunların mücadelesi demekti.
“Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa, müminlere doğru yolu gösteren bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yûnus 10/57)
Ne yazık ki, adalet, rahmet ve ahlak peygamberinin vefatından sonra Kur’an’ı gölgeleyen, medeniyet yoluna taşlar koyan, bilgi ve ahlak toplumunu dağıtan bir siyaset ve iktidar mücadelesi dalga dalga yayılmaya başladı. Çözümü şiddete başvurmakta gören anlayışların hâkim olmasıyla da sivil ve medeni çözümler zayıfladı ve zamanla etkisiz hale geldi.
Önceleri, siyasi kavgalara, kabile ayrışmalarına ve bir otorite boşluğuna yol açmamak için başvurulan şiddet yöntemlerinin, zamanla bir yönetim biçimine dönüştüğü görülmektedir. Muhtemel siyasi kavgaları ve iç çatışmaları önlemek amacıyla başlatılan savaş anlamında fetih hareketleri, giderek geniş bir alana yayılıyordu. Ticaret güzergâhları, stratejik noktalar ve zengin kentler Müslümanların hâkimiyetine geçtikçe, rahmet ve barış dini İslam da bu süreçte otoriteryenizme evirilmeye başlıyordu. Muaviye’nin inşa ettiği siyasal düzenin de gereği buydu. Böylece cihat ve fetih kavramları da özünden saptırılıp yayılmacı bir savaş anlayışının araçları olmuştu.
Esas itibariyle “savaş” anlamında 'fetih' Kur'an'da geçmemesine rağmen Müslümanların, hâkimiyetleri altına aldıkları bölgeler, şehirler için “fetih” terimini kullanması yine İslam’dan bir sapmadır. Kur’an’da ‘Hudeybiye’ anlaşması için gelen sureye ‘barış’ ve ‘barışa kapı açmak’ anlamında ‘fetih’ denilmiştir. Yoksa hiçbir savaşa veya savaş ile elde edilmiş bir zafere ‘fetih’ denilmemiştir.
Cihad ise daha genel bir mücadeleyi tanımlar. İlim elde etmek, hayırlı işlerde koşturmak, bilgiyi, tevhidi, irfanı, hikmeti ve marufu yaymak, insanlığa yararlı olmak için çabalamak, doğayı korumak, hak ihlallerine, haksızlığa, ayırımcılığa karşı çıkmak, fitneyi ortadan kaldırıp sulhu tesis etmek ve zalimlerle savaşmak gibi yüce amaçları içermektedir.
Resul-ü Ekrem’in sağlığında ‘Fetih hareketi’ olarak tanımlayabileceğimiz bir tek olay yaşanmış, o da sivil ve silahsız Mekke yürüyüşüdür ve bu harekette –Müslüman/Gayr-i Müslim- bir tek insan dahi öldürülmemiştir. Yine bir tek “saldırı ve hâkimiyet kurma savaşı” yaşanmazken, 23 yıllık dönemi “savaş” anlamında bir “Fetih-Cihat” hareketi olarak dinselleştirmek, 14 asır boyunca rahmet peygamberini ve medeni ashabı savaş militanları ve kahramanları olarak tasvir etmek, nesilden nesile aktarmak bir egemen anlayışın İslam’a müdahalesi sonucudur. Bu nedenle savaş-fetih ve cihat kavramlarının siyasallaştırılmış olmasını İslam’dan bir sapma olarak değerlendiriyorum.
Kur’an’da savaş için kullanılmayan fetih; “adalet ile hüküm vermek”, “hakkı açığa çıkarmak” ve “adil bir çözüm bulmak” anlamlarıyla şöyle kullanılmaktadır:
“Ey Rabbimiz, kavmimiz ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla (iftah). Çünkü anlaşmazlıkları en iyi çözüme bağlayan (fatih) sensin!” (Araf/7:89)
Peygamber’e isnat edilen ve göğsümüzün daraldığı, çaresiz ve en sıkıntılı duruma düştüğümüzde büyüklerimiz tarafından bizlere öğretilen ve yapmamız istenen dualardan biri şöyledir: “Allahümme ya müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayral bab! “Ey kapıları açan Allah’ım! Bize hayır kapılarını aç…”
Yaşamı boyunca bir tek insana tokat dahi atmamış, küfür ve hakaret etmemiş yüce ahlak ve merhamet sahibi bir peygamberi “Kılıç kuşanmış” devamlı hazır bekleyen, fetih hareketleri düzenleyen, cepheden cepheye koşan bir ordu komutanı, bir devlet başkanı olarak tanımlamak nasıl bir iman ve ruh halidir? Rahmet ve barış peygamberine atılan bu iftiralar ve sapmalarla yüzleşmeden İslam ve onun peygamberiyle aynı istikamette olmak nasıl mümkün olacaktır?
Biliyoruz ki, Muazzez ve Masum Peygamber’den sonra siyasi ve ekonomik mülahazalarla birlikte, iç kavgaları ve çatışmaları geriletmek amacıyla sürekli yayılmacı, cihatçı ve fetihçi bir savaş stratejisi uygulanmış, sivil-özgür-rahmet ve barış dini İslam da, bu süreçte militarizme, otoriteryenizme evirilmeye başlamıştır. Bu anlayışın “İslam” olarak gelenekselleştirilmesi, tamamıyla egemen unsurların yandaş ulema ile geliştirdikleri bir sömürü düzenine yol açmıştır. Bugün de “cihat” gerekçesiyle dökülen yüzbinlerce masum insanın kanı veya aynı gerekçeyle yapılan siyaset, talan edilen tarihimiz, kültürümüz, değerlerimiz hiç mi bizi düşündürmüyor? Kaç asır daha ağır bedeller ödeyerek bir ders ve ibret almamız mümkün olacaktır? (Devam edecek)
IX-İslamsız Müslümanlık! (9)
Abdulbaki ERDOĞMUŞ
Kuşkusuz “önyargı, insan zihninin hapishanesidir. Ne dışarı çıkabilirsin ne de içeri başkası girebilir. Önyargılı olmak eğitim, inanç ve cinsiyetten bağımsız bir illettir.” Ben de bu illeti anlatmaya çabalamıyorum, Tamıyla ortadan kaldırmak, hatta mücadele etmek için dahi gayret etmek ön yargı ile mahkûm edilmek için yeterlidir. Toplumsal destek almak, buna güç yetirmek imkânsız ancak zihni önyargı hapishanelerinde tutsak olmayanlara bu illetin varlığını hatırlatmayı bir sorumluluk olarak görüyorum. Kabul etmeliyiz ki, olayların arka planını, esasını sorgulamadan meselelerin hakikatini öğrenmemiz mümkün olmayacaktır.
Başka alanlarda olduğu gibi İslam adına militarist, savaşçı, otoriter anlayışın hâkim olması sonucu İslam’dan sapmaların hızlı yaşandığı ve yeni bir “Egemen Müslümanlık” anlayışına dönüştüğünü ifade etmeye çalışıyorum. Bu bağlamda silahlı cihad, ordu ile fetih ve saldırı savaşları ile yayılan ve egemenlik kurarak sunulan din, ‘İslam’ değil, egemenlerin dinidir yani bizim ecdattan miras aldığımız siyaset ile şekillenen geleneksel ve tarihsel bir din olan Müslümanlık anlayışımızdır.
Otoriter yönetimler sadece yöneticilerin değil toplumun da ahlakını bozar. Asırlarca sistematik olarak uygulanan ve itaati “vacip” kabul edilen bir otoriter yönetim anlayışının bozmadığı bir toplumsal kesim veya kirletilmemiş bir toplumsal zihin bulmak mümkün değildir. Elbette bireysel olarak pak-temiz-has-halis zihinler bugün de, tarih boyunca da hep var olmuşlardır. İslam’ın pratiğini bu insanlarda bulmak geçmişte olduğu gibi bugün de mümkündür.
Toplumsal olarak Müslüman dünyasındaki ahlaki çöküntünün en önemli nedenlerinden biri otoriter anlayışın egemenliğidir. İslam’ı özünden saptırdığı gibi toplumu da iman, ahlak, adalet ve İslam’dan saptırmıştır. Bu gerçeği kabul etmeden, sorgulamadan içinde bulunduğumuz zilletten, çöküşten, kaos ve ahlaksızlıktan bir çıkış yolu bulacağımızı düşünmüyorum.
Otoriter yönetimleri besleyen, ayakta tutan İslami değerlerden en önemlileri olan Cihad ve Fetih ilkelerinin anlamlarının değiştirilerek siyasi-militarist bir anlayışa dönüştürülmesidir. Resul-ü Ekrem’den (s.a.s) kısa bir zaman sonra iç kargaşaları gündemden çıkarmak, etraf kabillerin de halifeye boyun eğerek Müslüman olmalarıyla artan nüfusa yeni imkânlar ve zenginlikler sağlamak ve hâkimiyet alanını genişletmek amacıyla cihad ve fetih motivasyonuyla savaşlar yapılmıştır. Bu durum siyasal boyutuyla anlaşılır bir gelişmedir ancak İslam açısından haklılığı, doğruluğu sorgulanmaya muhtaçtır. Dönemi, gelişmeleri sorgulayamadığımız için olayların gerçek mahiyetini ya bilmiyoruz ya da bilmek istemiyoruz. Bu eksikliğimizle de egemenlere, statükoya ayrı bir katkı ve hizmet sunduğunuzu da belirtmeliyim.
Yezid de, yaptığı katliamları ve Ehl-i Beyt soykırımını unutturmak, zulüm ile kazandığı çirkin şöhreti değiştirmek, manevi bir saygınlık ve itibar kazanmak için ihtiyacı olan gündem değişikliğini yapmak üzere İstanbul’u feth! etmeyi planlar. Kurduğu büyük orduya “İslam ordusu!”, en önde yükselen sancağa “İslam sancağı!”, amacını da “fetih!” olarak tanımlayarak “cihad!” iddiasıyla yola çıkar. Bu arada peygamber övgüsüne mazhar olmayı da ihmal etmez. Uydurulan “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” hadisi ile büyük bir zafere doğru yol alır ve İstanbul kuşatılır. Ancak bu girişim bir sonuç vermez ve daha önce yaptığı katliam-soykırım kamburu ve utancı Yezid ile ebedileşir. Uydurulmuş hadis daha sonra İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet için kullanılır ve artık onun etiketi olur.
Ayrıca Yezid’e itibar kazandırmak için Ebu Eyüp el-Ensari hazretlerinin (r.a), orduyla İstanbul kuşatmasına katıldığı ve orada vefat ettiği tarihi kaynaklarda geçmektedir. 90 yaşlarında bir sahabenin Medine’den İstanbul’a deve sırtında nasıl gelebildiği sorusu bir tarafa, böyle bir büyük zatın Yezid’in ordusuna gönül rızasıyla katılabileceği kanaatinde değilim.
Anlayacağınız, siyaset ve devlet adamlarının işbirlikçi ulema ile oluşturdukları sömürü düzeni günümüze kadar devam etmiş, aynı gelenek bugün de “Fetih-Cihad-Dava-İslam” üzerinden sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bu geleneğe “İslam!” veya “peygamber sünneti!” demek İslam’a ve peygambere iftiradır. Olsa olsa böyle bir geleneğe “Yezid sünneti” veya benim tanımlamamla “İslamsız Müslümanlık” denilebilir..!
Kanaatime göre günümüzde fetih; kapatılan içtihat kapısını açmaktır. Sorgulayıcı, eleştirel düşünceye yol açmaktır. Cihad; içtihat için gayret göstermektir. Bilgi, ilim, tefekkür, tedebbür için çabalamaktır. Hakikati, marifeti, hikmeti öğretmektir. Marufu (ortak iyiyi) yaymak, münkeri (ortak kötüyü) önlemektir. Fıtrata dönmek ve fıtratı bozanlara karı direnmektir. Cihad’ın en güzel ve özlü tanımı; Müslümanlığımızı, imanımızı, kendimizi tanımlamayı ve Cihad ile sahih bağımızı kurmayı sağlayacak olan muazzez peygamberin şu iki ifadesiyle özetlenebilir:
"En büyük cihad (Cihad-i Ekber) nefisle yapılan cihattır."
“Cihadın en üstünü (en faziletli olanı) zâlim sultana/yöneticiye karşı (sivil bir duruş ile) doğruyu söylemek/hakkı haykırmaktır.”
…devam edecek…
SİVİL SİYASET HAREKETİ