Mustafa İslamoğlu hocanın ‘yanlış bilinen doğrular’ diye de tefsir edebileceğimiz son konferansının ana ekseni her zamanki gibi dinin özü üzerineydi.
Konya sokaklarını Maide Suresi 51.ayet ile dolduranlara ‘size hatalı çeviri vermişler’ diyerek durumu özetledi. Zaten “Müslüman olmayan herkes dost değildir (düşmandır)” manasına gelen bir ayetin Kuran’ın özü ile çelişkili olduğunu alim olmasak da biliriz.
Ama bize Allah ‘Müslüman olmayanın “velayetinden” kaçının’ demişken bunu dostluk olarak çevirmek Kuran’ın özüne karşı durmak değilse nedir?
Yine İslamoğlu’nun basit ve net anlatımı ile; ‘helali haram kılmak şirktir’ zaten. Çünkü şirk kendini Yaradana bir tutmak, onun yerine geçmek demektir. Tane tane anlatılan gerçeklerden biri ve birincisi buydu.
Yazık ki “cehennem ötekidir” diyen günümüz filozoflarının işaret ettiği bu düşmanca korku kültürü, Kuran adına memleket sokaklarına inançlı Müslümanlarca yayılabildi. Bu kültürün ifşası için sadece Kuran’ı bilmek kafi idi. Oysa başta da ifade ettiğimiz üzere doğru bilinen yanlışların yarattığı yıkımın telafisi hiç de kolay değil.
‘Kuran’ın özünde ne var?’ sorusuna cevap arayanlar için yine İslamoğlu bizleri İslam’ın kuruluş safhasına götürdü. Habeşistan kralı Necaşi ile girilen ‘İslam nedir?’ diyaloğunda ritüelin yeknesaklığına karşı İslam’ın barış, adalet, hakkaniyet ve eşitlik arayışı olduğu üzerine efsanevi Anthony Quinn’in Hz.Hamza’ya suret verdiği Çağrı filminden bir sahneye gönderme yapıldı.
Bu noktada neredeyse Müslümanlar için standart cep telefonu müziği olan Çağrı’nın o çok bilinen ana temasını besteleyen Maurice Jarre’ı da anmadan geçmedi İslamoğlu. Bu müziğe konsantre olmak için tam 6 ay çölde vakit geçirdiğini anlattı.
Şimdi bir Hristiyan olarak 2009’da bu dünyaya veda eden Jarre’ın bestesini telefonlarına yükleyip, Konya sokaklarına afiş asan dindar Müslümanlar eminim ki bundan biraz hicap duyacaktır.
En azından içlerinde yaptıkları haksızlık nedeniyle bir sızı olacaktır.
İslamoğlu’nun dersleri bunlarla sınırlı değildi. İslam tarihinin en karanlık sahnelerinden biri olan ve Hz. Ali’nin şehadeti ile neticelenen Kerbela faciasını herkes bilir. Daha az bilinen ise Muaviye’nin adamlarına mızraklarına Kuran sayfaları takıp savaştırmasıdır. Dinin siyaset ve savaş için dolaysız istihdamıdır bu. Bu tarihte benzerleri çokça görülecek olan bir basitliğin, kolaycılığın ve oldu bittinin nişanı olarak kaydedilmiştir.
Ben İslamoğlu’nu dinlerken aklım bir taraftan da bugün gerçekleşecek Saadet Partisi kongresinde idi. Şu bir gerçek ki Konya’da afişleri asan da Saadet’le bağı olan MGV ve AGD idi. Bu iki yan yapının Saadet Partisi’ne olan katkıları göz ardı edilemez. Ancak sadece İslamoğlu bu şekilde anlattığı için değil, Türkiye’nin son 20 yılına damga vuran iktidarın da ideolojik bakiyesinde bu alanda bilinçsiz bir tüketime şahit olduğumuz için artık tolerans eşiği aşıldı.
Dinin siyaset sahnesinden ilelebet çekilmesi ve hak ettiği yürek sahnesine rücusu için belki de en fazla çaba göstermesi gereken Saadet olacaktır.
Saadet inanç siyaseti değil, inançlıların siyasetini bize gösterecektir.
Batılı bir yazar İslam’ı “Laik ve eşitlikçi bir teokrasi“ olarak tanımlamıştır. Bu önemli bir adlandırmadır. İslam’ın hiç bir zaman ruhban sınıfı olmamıştır. Ruhbanlığı reddeden bir dinin siyasal bir elitin İslam sancaktarlığına da ihtiyacı yoktur.
Sadece Kureyşli olması gereken bir Halife tanımını siyaset merceği ile genişletip sabah kahvaltıdan kuşluk zamanına tekrar tekrar tanımlamak gibi hatalar yeterince yapılmıştır.
Dini Karl Marx’ın deyimiyle bir afyon olarak değil uyandırma servisi olarak ele alma zamanıdır.
Bunun için de ne siyasete ne siyasetçiye ihtiyaç vardır.
İhtiyaç olan inançlı siyasetçinin becerisidir.
Saadet Partisi kongresi için erken saatte Ankara yollarında olacağız. İngilizce karşılığı Felicity olan bir idealin paydaşları Ali Şeriati rahmetlinin “Dine Karşı Din” diyerek tanımladığı ağır mesuliyet ile toplanacak. Kendilerini bu mesuliyetin zor ama vaat edici karşılığını ararken izleyeceğim.
İslam’ın yine İslamoğlu’nun deyimiyle tek bir hücrede ne eril ne dişil olanla başlattığı hayatın eşitlikçi dili, ruhban sınıfı reddeden seküler duruşu ve bütün bunları kavrayan inanç hükümranlığı insana yeter.
İnsan ki ahsen-i takvimdir. Söz ona dairdir.