[İstanbul’a 98 yılında gelmiş, ilk 2 yıl Etiler’de, sonraki 5 yıl Beşiktaş’ta oturmuşluğum vardır. Girişteki tafsilat, yaşamışlığımdandır.]
Sinanpaşa Çarşısına adını veren Sinanpaşa, Akdeniz’in en azından güneyinin bir Türk gölüne dönüştüğü 16. yüzyılın efsanevi amirallerinden biridir.
Libya’yı o fethetmiştir.
Tam 500 sene Türk egemenliğinde kalan Libya’nın adı Trablus, mevkii ise Mağriptir. Mağrip batı, şark ise doğu demektir.
Afrika’nın kuzeyinde Cezayir’e kadar yer alan Müslüman memleketlerin ortak adı Mağrip ülkeleridir. Orta Doğu ve Arap yarımadasının Müslümanlarına nazaran batıda yer alan bu ülkelere toptan Mağrip ismi verilmiştir.
Türklerin en azından ağırlıklı bir kısmının illa hatırlamak istediklerinde ise gayet keyfi bir metodolojileri olduğu söylenebilir.
Tarihi bu günün kölesi yapmak isteyenler için örneğin; Sinan Paşa’nın ve ondan çok daha fazla tanınan Barbaros Hayrettin Paşa’nın tek manası, siyasal rant ve günümüz siyasetine gönderme yapmaktan ibarettir.
İstanbul’u 550 küsur senedir fethe doyamayanlar için, Akdeniz’in bir Türk gölü olduğu yıllar tekrar geri gelmesi opsiyonel değil zorunlu addedilen geçmiş duraklardır.
Tarihten bugüne çekilen teğellerin MHP gibi partilerin başlıca amentüsü olduğu, AKP’nin de bu nemadan mümkün olduğunca istifadeye çalıştığı bir sır değil.
Diriliş Payitaht gibi tarihsel masalları izleyip tv karşısında Bizanslı ya da İngiliz elçisi pataklamak için bekleyenleri sosyal medyada görmekteyiz.
Bu dizilerin güncel siyasetle bağ kurularak oluşturulan senaryoları ise, bir taraftan komik diğer taraftan trajik bir görünüm sunuyor.
Geçen günlerde “ajans haberlerini” teknik sebeple sunamayan TRT’nin cömertçe para harcadığı bu diziler siyasi iktidar için kaydadeğer PR malzemesi sunuyor.
TV’de insanları etkilemek için kurgulanan tarihi yeniden yazma ve bükme faaliyeti ne kadar gayretkeş de olsa, ‘neticede filmdir’ denilerek geçiştirilebilir. Ancak iktidara uzun zamandır sözde gazete özde propaganda mecrası olarak hizmet eden basın organlarında, gördüğümüz bazı haber yorumlar bu kadar basit bir kurgu olarak değerlendirilemez.
Bunun en güncel örneğini kısaca Libya mutabakatı olarak kamuoyuna yansıyan anlaşmaya dair Yeni Şafak’ın kadrolu uçak yolcusunun yazısında bulabiliriz.
Benzer bir yazı AKP’yi minareler üzerinden kıyasıya eleştiren ama diğer konularda genelde hem fikir olan bir başka yazarca kaleme alınmış.
Yine bu teatral siyasi gazeteciliğin bir diğer örneğini ise, yine havuza yakın bir gazetede görüyoruz.
Bu defa Barbaros’un sancağı devreye girmekte.
Bütün bu haberlerin arka planında olan ise Akdeniz’in doğusunda saklı olan hidrokarbon rezervleri.
İç savaşı henüz devam eden Libya’nın, uluslararası kabul gören merkezi iktidarı ile teati edilen anlaşmanın, iktidar basınına yansıyan birkaç izdüşümüne bakacak olursak Osmanlı’nın klasik çağı yeniden yaşanmak üzereymiş.
Mecliste ortak mutabakatla kabul edilen, ancak üzerindeki çekinceler CHP’nin hariciyeci vekili Ünal Çeviköz tarafından aktarılan anlaşmanın gri alanlarına dair Emre Kongar ise şu satırları kaleme almış.
İsminin başındaki A’nın anti olduğu konusunda genel mutabakat olan meşhur haber kanalı ise, gelişmeyi dünya haritasının yeniden çizilmesi olarak aktarıyor.
Libya’da dumanı tüten bir savaşın içinden çıkan anlaşmanın, daha bundan birkaç ay önce savaşın Rusya destekli tarafının gemilerimizi Libya’ya sokmama deklarasyonu ile oluşturduğu tezat mutlaka not edilmeli.
Savaşın bir tarafı gemilerimizi sokmazken diğer tarafı denizden bizi komşu yapmak istiyor. Bu çelişkili halin diplomaside manasını işin erbapları bilir. Ama benim gözümde durum ”Senin baban ya diplomat ya manav” diyalektiğidir.
Zamanında Demirel “Ege bir Yunan gölü değildir. Ege bir Türk gölü de değildir. Binaenaleyh, Ege bir göl değildir” demişti. Şimdi Akdeniz’in de, ‘göl mü deniz mi?’ olduğu tartışılıyor.
Bütün bu tartışmanın hiç de cazip olmayan yönü, Türkiye’nin herhangi bir çatışmanın tarafı olmasının en ufak bir ihtimalinin söz konusu olması.
Cumhuriyet döneminde ihmal edilen tarihsel ilişkiler halkasında Libya’ya reva görülen unutulmuşluk yazık ki 2019’un kaos günlerinde telafi edilmeye çalışılıyor.
Oysa bu ülkenin kurucu lideri kariyerinin başlangıcını Trablus’ta yapmıştı. Gözündeki hafif şehlalık Libya’daki mücadelenin hatırasıdır.
AKP’nin Çeviköz’ün ifadesi ile ‘ihmaller zincirini telafi için savaşa taraf olma’ riski de içeren hamlesi yazık ki, 1950’lerden bu yana devam eden proaktif politika üretememe hastalığının bir devamı olan reaksiyoner duruş olarak görülmektedir.
Atatürk’ün kurucusu olduğu CHP’nin 3. Genel Başkanı Ecevit, Kıbrıs’ta Türk çıkarlarını korumak için harekete geçtiğinde ona destek veren Kaddafi’nin, parça pinçik edilerek yok edildiği 2011’de, “Vefa’nın eski bir semt olduğu kanıtlanmıştı.”
Bence tarihi geçmişten değil yakından okuyarak bir kez daha gözden geçirmekte fayda var.
Belki o zaman Kıbrıs’ta bize destek veren Kaddafi’yi yok eden sürecin bugünlere nasıl yansıdığını keşfedebiliriz.