Cambridge Union Society’de 18 Şubat 1965’te televizyonda yayınlanan “Baldwin-Buckley Tartışması” o zamandan beri Amerika’daki ırk ilişkileri üzerine yapılmış en tarihi ve etkili entelektüel tartışmalardan biri olarak görülüyor. Yazar ve aktivist James Baldwin ve muhafazakâr entelektüellerden William F. Buckley’in ana aktörler olduğu tartışmada “Amerikan rüyası Amerikalı zencinin pahasınadır.” önergesi ele alındı. Tartışmanın ardından yapılan oylamada Baldwin’in savunusu izleyenlerin ezici çoğunluğu tarafından destek gördü. BBC’de yayınlanan tartışma daha sonra Amerika’daki çeşitli kanallarda tekrar yayınlandı.
New York Times’da ertesi gün Baldwin’in aldığı ‘çılgın alkış’la ilgili yazı yayınlandı. Tartışmanın gerçekleştiği bağlamın fikir vermesi açısından sanırım şu bilgileri paylaşmak yeterli olacaktır: “Tartışma, Sivil Haklar Hareketi’nin en kritik dönemlerinde, Malcolm X suikastından üç gün önce , Baldwin’in arkadaşı Jimmie Lee Jackson’ın öldürülmesinden bir hafta önce ve ‘Kanlı Pazar’ olaylarından birkaç hafta önce gerçekleşti.” Tartışmada 24 dakikalık bir konuşma yapan Baldwin sözlerini şu şekilde bitirmişti: “Bu ana kadar Amerikan rüyası için umut yok denecek kadar azdır, çünkü buna katılması engellenen insanlar, sadece varlıklarıyla bu rüyayı imha edecektir. Ve eğer olursa bu Batı için vahim bir andır.”
Bütün bu mücadelenin ardından Amerika’daki ırk ayrımcılığının belirli bir düzeyde aşıldığı çok açık. Ancak Amerikan rüyasının hâlâ Amerikalı zencinin pahasına olmadığını iddia etmek de çok güç. Amerika’daki bu sevimsiz hikâyeyi yeniden anlatmak niyetinde değilim. Baldwin’in tespitiyle varlıklarıyla, varlıklarının niteliğiyle, sistem içinde konumlandırıldıkları yerle; bir rüyayı, bir iddiayı, bir anlatıyı imha etme durumunda olanların bizim hikâyemizin de ana karakterini oluşturduğunu ve bu hikâyenin yeniden yazılmasının bir zorunluluğu olarak kıyılarımızı çarpıp durduğunu paylaşmak için bu uzun girizgahı yaptım.
Bir anlatı evreninin içindeyiz kaçınılmaz olarak. Diğer taraftan bu evreni kuşatmaya çalışan politik inşaların mensupları olarak da hayat sürdürüyoruz. Bir vatandaşız ve vatandaş olarak içinde yer aldığımız sistemin resmi hakikat düzenine nasıl yerleştirildiğimiz ve bu yerleştirmenin bizim rızamızı üreten, bizi kuşatan ve taşıyan bir yerleştirme olup olmadığı hayati önem arz ediyor. Bu iki kritik nokta sadece rüyamızın, anlatımızın niteliğiyle ilgili değil aynı zamanda bir geleceğimizin, anlamlı bir geleceğimizin mevcudiyetiyle de doğrudan ilintilidir. Bu tarz durumlarda anlatının, rüyanın güvencesi olarak geçmişe, geçmişteki kırılma anlarına ilişkin resmi söylemin oluşturduğu çerçevenin, ilan ettiği kararın yeterli olduğu düşünülüyor. Türkiye özelinde örneğin yer yer gündeme gelen Şeyh Sait, Seyit Rıza, İskilipli Atıf gibi sembolik şahsiyetler veya Alevilik, Kürt Meselesi, Ermeni Meselesi gibi kurucu dönemin sistematiği üzerinde basınç uygulayan hadiselerin çözümünün salt geçmişte ne olduklarıyla ilintili, onunla sınırlı bir tartışma olduğu düşünülüyor, varsayılıyor. İlginci bu tarz çarpık bir okumaya resmi anlatıyı kabul edilmez bulanlar da metodolojik olarak ortak olmakta bir tuhaflık görmüyorlar.
Tarihsel bir hadisenin ‘gerçekte’ ne olduğuyla ilgili ve sınırlı bir tartışma yürütülüyor dolayısıyla tarihe ilişkin ‘objektif’ bir okumanın mümkün ve yeterli olacağı ileri sürülüyor. Nitekim Ermeni hadisesi ile ilgili tarihçilerden oluşturulacak bir komisyonun mevzuyu çözeceği, çözebileceği önerisi bu düşüncenin dışavurumudur. İnanç, iktidar ağlarından soyutlanmış saf, steril bir tarih okuması iddiası başlı başına problemlidir. Bizi tekçi bir okumaya mahkum etmesiyle değil aynı zamanda anlamlı bir geleceğin inşasından alıkoyması nedeniyle problemli ve maliyetlidir. Mevzu ilk bakışta tuhaf gelebilir. Ancak Türkiye’nin mevcut gerçekliği ve anlamlı bir gelecek üretme kabiliyeti ve kabiliyetsizliği bununla ilgilidir. Sürekli kendisini tekrar eden ve problemleri kronikleştiren yapının mevcudiyeti tam da bu resmi anlatıya, kuruluş dönemi koşullarında kodifikasyonu yapılmış rüyaya zinhar halel gelmemesi üzerinden kendini konumlandırması ile ilintilidir. Böyle olduğunda mesele Şeyh Sait veya Seyit Rıza’nın tarihsel aktörler olarak mücrimleştirilmesi, belirli tarihsel koşullarda anlatı yasaklısı ilan edilmesi ile sınırlı kalmaz. Alevilerin, Kürtlerin ve diğerlerinin belleğinde, duygu ve düşünce dünyalarında varlığı, hatırası başka olan insanların, hadiselerin sadece resmi bir etiketlemeyle geçiştirilmesi değil toplumun-devletin ortak bir gelecek tahayyülünden yoksun bırakılması anlamını taşıyor. Varlıklarıyla, inançlarıyla rüyayı imha edenleri içermeyen, onlarla birlikte bir gelecek kurmayı düşünmeyen ve bu insanların rızasının göz ardı ederek bugüne kadar yapıldığı üzere meşruiyetlerini resmi anlatıya gösterecekleri sadakat üzerinden üretmeye dönük yapılanma başlı başına krizdir, kriz üssüdür. Siyaset bir tür realiteyle savaşa dönüştürülüyor. Bambaşka bir tarihsel-toplumsal ortamda üretilen konjonktürel kararı şartlar ne olursa olsun bugün ve yarın da yaşatma arzusu en iyimser ifadeyle atıl kalmaya mahkum bir arzudur. Bu yüzden bizi düzlüğe çıkaracağını düşündüğümüz hamlelerimiz gün geçtikçe bizi biraz daha takatsiz bırakıyor.
Ernest Renan ulus olmanın gereklerinden birisi unutmadır demişti. Peki ulusun bileşeni kılınmak istenenler unutmuyorlarsa, unutturmaya dönük tüm stratejilere yönelik alternatif senaryolarla direniyorlarsa ne olacak? İkincisi ortak bir geçmişin tartışmalı zeminine yönelmek yerine bugünün ve geleceğin olumsallığına odaklanmak, buraya yaslanmak, her bir bileşeni imtiyazsız kabul edecek bir gelecek tahayyüllünde, adil ve özgür bir Türkiye tasavvurunda çabalamak gerekmiyor mu?
Hatta bu kesimler unutmadıkları gibi bu aktörleri, hadiseleri kendi kimliklerinin çekirdeğine yerleştiriyorlar. Bu tarz mühendislik faaliyeti resmi anlatıyı kabul ettiremediği gibi bu çekirdek ekseninde bir kimliklenmeyi adeta tahrik ediyor, kuvvetlendiriyor. Modernleşmemizin ayrılmaz parçası olan bu çarpık mühendislik faaliyeti maalesef devletin hala en temel siyaseti hükmünde. Başını kaldıranları, itiraz edenleri yapıcı bir hüviyetten uzak tuttuğu oranda kendisini başarılı gören bu tarz geçmişi bugünde sürdürürken vaat ettiği rüyadan, meftunu olduğu anlatıdan yani gelecekten, güçlü, adil, özgür bir gelecekten yoksun düştüğünü fark etmiyor. İnsanların kimliklerinin temel köşe taşlarını oluşturan şahsiyetleri ve hadiseleri görmezden gelmek, göstere göstere aşağılamak, her türlü sorgulamadan devleti muaf tutarak konuşmak devleti korumak ve güçlü tutmak olmadığı gibi tarihteki bir hadiseyi ve etkilerini hal etmek de değildir. Tersine hadiseleri bugüne taşımak ve yeniden yaşatmaktır.
Bilindiği üzere Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanıyla modernleşme hikâyemizin karmaşık resmini sunar. Romanın temel karakterlerinden Hayri İrdal ile Dr. Ramiz arasında geçen bir diyalog çok çarpıcıdır ve yaşadığımız şeyin ne olduğunun çıplak bir fotoğrafını sunar. Dr. Ramiz âdeta Hayri İrdal’e rüya siparişi verir ya da rüya görme reçetesi yazar: “Sizden hastalığınıza daha uygun rüyalar görmenizi istiyorum. Anladınız mı? dedi. Bütün gayretinizi sarf edip öyle rüyalar görmeye çalışın!” Bir rüyadan bahsediyoruz, herkesin yazılan rüyayı görmesinden bahsediyoruz. Ancak bu rüyaya özenle dahil edilmeyenlerin varlıklarıyla rüyayı berhava ettiklerini görmemek için de ısrar etmeye devam ediyoruz. Öyle olunca da durumumuz Dr. Ramiz’in yazdığı rüya reçetesinden öteye gitmiyor maalesef.