Herhangi bir olayı, durumu, olguyu veya varlığı bir birinden üstün tutmanın ölçütü nedir? Elimizde bunu ölçecek bir tartı aleti var mı? Meseleyi bu zaviyeden ve künhü ile ele almakta yarar var.
Varlık bütün türevleri ile birlikte kendi başına bir değere haiz olma vasfına sahip değildir. Kendisi var olmamıştır, kendi hayatiyetini kendisi sağlayacak bir güce sahip değildir. Kendi konumunu kendisi tercih etmemiştir. Hal böyle iken herhangi bir varlığı yekdiğerinden ayrı tutmanın ve onu değerli kılmanın veya addetmenin karşılığı nedir? Meseleyi yine bir üst perdeden ele almakta yarar var: Allah, varlığı bir anlam üzere yarattığını belirtiyor. Bizim bundan başka bir bilgi kaynağımız yok. Varlığın kendisi açısından meseleye bakıldığında herhangi biri yekdiğerinden ayrı ve üstün olarak değerlendirilemez. Varlığın farklı yaratılması da bir amaca ve anlama binaendir. Yaşamın kendi işlevselliğini kazanması ve sürdürmesi bağlamında önemli olduğunu yaşayanlar olarak gözlemleyebiliyoruz, eksik ve zaaf taşısa da bakışımız, bunu anlayabiliyoruz. Farklılığın bizzat kendinden kaynaklı olmadığı bir varlık hiyerarşisini fark üzerinden üretilmiş bir değer ile tanzim etmenin de bir karşılığı olmamalıdır.
Ama bütün bunlara rağmen insan, eldeki verilere veya kendisine gönderilmiş bilgiye göre bazı şeyleri bazı şeylerden üstün tutmaya devam ediyor. Bu bir yanılsama mı? Değil! Burada da insanın varlık içindeki konumunu mesele olarak ele almakta yarar vardır. İnsan, yaratıldığı hal üzere varlığın kendisine musahhar kılındığı gerçeği ile yaşamını sürdürürken kendi kesbi ile iradesine dayalı ve akli yetisini kullanarak bazı şeyler yapar. İşte, insanın yekdiğerinden üstün tutulmasının zemini burada açığa çıkıyor. Yani insan özgür iradesi ile yaptıklarının bir karşılığı ile yekdiğerinden farkını ve değerini ortaya koyuyor. Bu yüzden insan söz konusu olduğunda onu yekdiğerinden ayrı, üstün veya aşağı konumlandırmanın bir ölçütünü elde edebiliyoruz. Bunun da yine sınırlı ve sorumlu bir zeminde gerçekleşen bir olgu olduğunu unutmamalıyız.
İnzal olmuş bilgi ve insan aklı, varlıkla kurduğu ilişkinin niteliğine göre varlığa anlamlar yüklemektedir. Üstünlük algısı ve arayışı da bu zeminden hareketle ortaya çıkmaktadır. Mesela ‘müslim olan ile mücrim olan bir olur mu?’, ya da ‘hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu?’ gibi değer yargıları El Kitap’ta geçtiği için bir ayrımı ortaya çıkarıyor ve anlamlı kılıyor. Ancak bu betimlemelerde insana içkin ve onun konumuna yönelik bir tespiti içermektedir. Yani müslim, müslim kaldığı sürece mücrimden üstündür. Ama müslim, Müslimliğini terk ettiği andan itibaren o üstünlük kaybolur. Bu diğer şeyler içinde geçerli… Ya da ümmi biri ama Salih amel işleyen bir kul iken, bilgili kişi ancak fesat üzere biri, durum anında değişir. Yani söylemek istediğim şey şu; bahse konu edinilen değerler, değer olarak kaldığı sürece geçerlidir. Bu da varlıktan çok o varlığın taşıdığı değere nispetle bir üstünlükten söz edilebilir. Bu yüzden peygamber çocuğu olmak bir üstünlük meselesi değil; Kuran, peygamberlerin çocuklarının, kadınlarının ve yakınlarının nasıl yoldan çıktıklarının hikâyelerini anlatır ki ders alınsın. Bu noktada her insan ve varlık yaratılmışlık bağlamında eşittir. Yaşam karşısında işlevselliği ile farkını ortaya koyar. Değer ise sadece insana mahsus olarak ortaya konulmuştur. Ve bu değerin kaynağı da Yaratıcı tarafından belirlenmiştir. Varlık ile sınırlı olmayan, varlığın taşıdığı değeri taşıması ile orantılı bir değerin varlığından söz edilebilir. Bu insan içinde geçerlidir. Peki, varlığın kendi arasında bir değere haiz oluşu meselesini nasıl anlamlandırmalıyız?
Varlık, kendinden menkul bir varlığa ve güce sahip olmadığı gibi kendini değer olarak tanımlayacak bir ölçüye de sahip değildir. İnsanın varlığı değerli veya değersiz görmesi ise sadece kendine mahsus bakışın neliği ile ilgilidir. Varlık, kendisine yüklenmiş bir amacı yerine getirir ve Yaratıcısına doğru akmaktadır. Tüm varlık, eksiksiz ve tam olarak ilahi iradeye yönelmiş ve tek bir emrine amadedir. Bu çerçeve içinde her varlık çok değerli ve anlamlıdır. Ama yekdiğerini bir diğeri ile mukayese yapmak yanlış olacaktır.
Çok tartışılan meselelerden biride iman mı bilgi mi üstündür. Bir başka örneğiyle, iman mı amel mi, tartışması… Buraya daha fazla örnek aktarılabilir. Ancak kastı mahsusamızı ifade için yeterlidir.
İman ve bilgi iki değerli varlık türüdür. Her biri kendi başına bir iş gördüğü gibi birlikte daha üstün bir değer ortaya koymaya yaramaktadır. Yani kendi başına ele alınan bilgi veya iman hep bir nakısayı taşır. Bilgi iman gibi bir var olma biçimi ile buluşmazsa güven vermeyi sağlayamayacağı için işlevselliğini kaybedecektir. İman ise bilgi ile kendini donatmazsa yine sapkınlığa düşme tehlikesi ile birlikte yaşamayı sürdürmek zorunda kalacaktır. Mesele, hem bilgi ve hem de iman tek başına bir değer iken birlikte ve kendilerine destek olacak irade, eylem, tahayyül, tefekkür, iyilik, güzellik gibi hatta karşıtı kavramlar, günah, kötülük, olumsuzluk, zulüm ve çirkin gibi tanımlamalar eşliğinde kendi fonksiyonelliklerini daha iyi yerine getirebilirler. Ayrıca kötü, çirkin, günah gibi tanımlamalar yine insanın değer karşısında gösterdiği tutumla ilişkili olarak varlık sahasına çıktıklarını da söylemek lazım.
Mesele biraz daha açığa kavuşturulmalı; iman sahibi kişiye; bilgiye yönelmesi teşvik edilir. Bilgiye ulaşması kolaylaştırılır. Bu hal vurgulanarak öne çıkarılabilir. Ki böyle yapılıyor. Ya da bilgi sahibi kişiye ahlaki vurgu veya bu bilginin iman ile taçlanması gerektiği ikazı yapılabilir. Yani kimin neyi eksik ise o eksikliği giderecek bir katkıyı yapmak en güzelidir, tamamlayıcı bir özellik gösterir…
O zaman şu sonucu çıkarabiliriz: varlığın birbiri ile üstünlüğü meselesi; insanın varlık ile kurduğu ilişkinin mahiyetine göre değişiklik arz eder. Yani insanın ihtiyacına binaen gündeme gelir ve o durum açısından yekdiğeri bir diğerine tercih edilebilir. Ancak varlık zemininde onların birbirlerinden üstünlüğünü değil, insana yönelik ihtiyacın varlığının belirleyiciliğini dikkate alarak…
Bu noktada değer ve üstünlük payesinin verilmesinin tek şartı Allah’ın bildirmesidir. Ancak Allah’ın insana hitap ettiğini ve bu hitapta insanın konumu, içinde var olduğu zemin ve yöneleceği istikamet ile birlikte belirlendiği de unutulmamalıdır. En saf haliyle değer, kendinden menkul bir var oluşa tekabül eder. İnsanda dâhil varlığın tümü varlığını bir başka Varlığa borçlu olduğu gerçeği üzerinden bir değere haiz olmadığı aşikârdır. O zaman varlığın kendisini değerli kılmasından söz edemeyiz. İnsanın varlığa yönelik akli yetisi üzerinden yaptığı değerlendirme ise kendisi ile kurulan ilişkinin mahiyetine dayalı olduğu için her insan teki için de başka bir ölçütü ortaya koyma imkânı doğurur. Zaten varlık bu çoğulluğu içinde taşıyor. Her insan kendi açısından bir değerler skalası ortaya koyabiliyor. Buna en iyi örnek; felsefi olarak birden çok farklı felsefi sistemin varlığıdır. Hatta aynı sistem içinde bile farklı bakışların varlığıdır. Aynısı dini düşüncede birden fazla mezhebin, sistemin varlığıdır. Bu da bize göstermektedir ki, asıl olan, her varlığın, -buna insanda dâhil- kendisine yüklenmiş amacı gerçekleştirme yolunda varlığını ‘emr’e amade kılmasıdır.
Sonuç itibarıyla; meseleyi metafizik bir çerçeve içinde ele almaktan başka seçeneğimiz yoktur. İman veya bilginin yekdiğerinden üstün olduğunu gösteren ne akli bir dayanak veya ne ahlaki bir dayanak vardır. Aklın sınırlarının içinde gerçekleşen her şeyin bir başka akletme sınırlarının içinde anlamını yitirdiğini söylemek mümkündür. Bu yüzden, akıl, kalp, sezgi veya gözlem ile deney de olduğu gibi iman, bilgi, amel, irade veya güç kavramlarında da bir karşıtlık arama yerine birbirinin mütemmim cüzü olduğunu idrak etmek ve ona göre hareket ederek, farklılığın ayrılığı gerektirmediği gibi üstün de kılmadığını anlayalım…
Böylece her varlığın farklı ama karşıt olmadığını karşıtlığın ise insanın tutum ve davranışlarında ortaya çıktığını algılamalıyız. Bu, sorunu çözmenin en önemli imkânına bizi taşır. Böylece çatışma yerine barışı ikame etme zemini elde ederiz. İlahi muradı gerçekleştirme imkânı kazanarak değerimizi artırmanın imkânlarını çoğaltırız. Varlık bize musahhar kılındığı gibi bu süreçte yardımcı olma vasfı da kazanır. Böylece insan, kendi yaşamını anlamlı kıldığı gibi varlığın yaşamını da anlamlandırarak Yaratıcıyı razı edecek bir konumu elde eder.
Varlığın çifter yaratılması imtihan olgusunun bir karşılığı ile vardır. Yaşam bir çatışma ve kaos üzerine kuruludur. Bu temel bir gerçeklik… Ancak insanın sorumluluğu ise bu çatışmayı ve kaosu düzen ve uyum ile yer değiştirerek kendisine yüklenmiş sorumluluğu yerine getirmeye çalışmasıdır. Bunu sağlamak için insanın görüntüye aldanmaması ve meselenin hakikatine dair bir yolculuğu gerçekleştirmiş olması esasa taalluk eder. İnsan, özü itibarıyla uyum ve barışı eksene alır. İyi bir tabiata sahiptir. Ama çatışma zemininde kaldığında oraya intibak etmekte de zorlanmamaktadır. Bu yüzden insan neyi, niçin istediğini bilmeli ve ona göre davranışlar sergilemelidir.
Meselenin şu noktasını da dikkate sunalım; varlığın işlevselliği açısından mesele ele alınacaksa hangi noktadan başlamalıyız? Bu temel bir sorudur. Öyle bir başlangıç ortaya koymalıyız ki ardından diğer varlık türleri de peşi sıra dizilsinler. Hiçbir şey öylesine gerçekleşmez. Bir anlama binaen ve bir yönelişe istinaden gerçekleşir. Bu başlangıç meselesi de ayrı bir yazı konusu olur. Ancak burada isimlendirmeyi yapalım… İstikamet… Fe eyne tezhebun/yöneliminiz nereye? Bu soru bize başlangıç için gereken ilk adımı vermektedir. Bu istikameti sağlama alacak niyet ve samimiyet ile taçlandırmalıyız ki dengeyi sağlama alalım… Denge, varlığın üzerinde bulunduğu kıvam… Rabb; varlığı denge ve yöneliş ile birlikte yaratmıştır…