Eva de Vitray Meyerovitch’in hikâyesi vahyin ışığına uyananların, imanın gücüne tutunarak engelleri nasıl aştıklarını ve göğüslerindeki meşale ile geceyi nasıl delip geçtiklerini özetler mahiyettedir. Nitekim Eva sorularla çıktığı yolda hakikatle kucaklaşmış ve hayatını bu yola vakfederek geride kalanların sesi olmuş bir İslam kadınıydı.
Eva, 1909 tarihinde Fransa’da koyu Katolik bir ailenin ferdi olarak dünyaya gelmiş, liseyi rahiplerin gözetiminde bir Katolik okulunda tamamlamış, akabinde hukuk eğitimi almıştı. Doktorayı felsefe alanında yapmış ve zamanın entelektüellerini bir araya getiren “ilmi çalışmalar merkezinde” araştırmalar yapmış ve burada zamanın en gözde bilim adamları ile tanışıp onların birikimlerinden istifade etmişti. Ancak Eva’nın gençlik yıllarına tekabül eden dönem materyalist sistemin aşkın olanı dışladığı ve insanlar üzerinde yoğun baskılar oluşturduğu bir dönemdi ve laikliğin en keskin yaşandığı Fransa toplumu bir dönüşüme tabi tutulmuştu. Eva vaktinin çoğunu kilisede geçirerek yaşanan sorunlara teolojik eksenli bir çözüm aramaktaydı. Ancak Hıristiyanlık inancındaki çelişkiler ve azizlerin günahsız addedilmesi, günah çıkarma, teslis inancı gibi dogmalar onu yoğun bir çıkmaza sürüklemiş ve haddinden fazla yormuştu. Fakat suyun azimle sert kayaları delebilecek güce sahip olduğuna inanıyordu Eva, yeter ki insan hakikate ulaşmayı samimiyetle istesin, yeter ki insan hakka tabi olsun, yeter ki hakkı arasın Allah bütün kapıları açar ve yıldızları döküverirdi avuçlarına. Nitekim öyle de olmuş, Eva sorularla çıktığı yolda, kendisini vahyin ışığına taşıyacak sebepleri avucunun içinde buluvermişti.
Eva de Vitray Meyerovitch
Zihnindeki sorulara cevap ararken arkadaşı ona Muhammet İkbal’in bir eserini hediye etmiş ve bu eser onu içinde bulunduğu buhrandan kurtararak, yeni arayışlara sürüklemişti. Eva Mevlana ile tanıştığında ise kendini bambaşka bir yerde bulmuş ve zihnini meşgul eden sorulardan kurtulmuştu. Kendisi bu süreci Virgile’nin derunu seyahatine Dante’nin rehberlik etmesine benzetir ve İkbal’in eseriyle başlayan yolculuğunun Mevlana ile kesiştiğini ve arayış içinde olduğu günlerde bu iki şahsiyetin kendisine rehberlik ettiğini belirtir.
Eva, Mevlana’nın eserlerini okuduğunda kalbinde tarif edemeyeceği bir sıcaklık hissetmiş fakat o günlerde yüreğine konan bu kıpırtıyı, bu sıcaklığı katı bir Katolik olan aile efradına ve Yahudi olan eşine açmaktan kaçınmış ve ruhunu kaplayan o kabuğu kırmak için zamanı beklemişti. Bu yoğun ve karmaşık dönemde rüyasında kendisinin dini ritüeller yapılarak defnedildiğini ve mezar taşında isminin ise Arapça Havva olarak yazıldığını görmüş ve bunun Allah’ın bir lütfu olduğuna inanmıştı.
Aradan on beş yıl geçmişti, Eva bir vesile ile İstanbul’a gelmiş ve burada Mevlevi bir mühendisle tanışmıştı. İstanbul’da tanıştığı bu kişi onu çalışmalarını yürüttüğü Mevlevi tekkesi ile tanıştırmış ve çalışmalar hakkında bilgi vermişti. Eva Mevlevi tekkesini gezerken, rüyasında gördüğü gibi bir mezar taşına rastlamıştı ve taşın üzerinde Havva yazmaktaydı. Bu onu çok etkilemişti ve aile efradını, arkadaşlarını ve eşini karşısına alarak İslam’a tabi olduğunu açıklamış, ismini ise Havva olarak değiştirmişti. Eva vahyin ışığı ile adeta yeniden doğmuştu ve kendini bir kuş kadar hafif hissediyordu. Hayat tarzını, dostlarını gözden geçirmiş yaşadığı mekânı yeniden düzenlemişti.
Mevlana’ya karşı büyük sevgi besleyen Eva, kendisine nasıl Müslüman olduğu sorulduğunda, “İnsan Mevlana’yı okuduktan sonra Müslüman olmaz mı” der ve Mevlana’yı bir psikiyatriste benzetirdi. Eva, İslam’la şereflendikten sonra hayatını hizmete adamış ve verdiği konferanslarla birçok kişinin hidayetine vesile olmuştu. Kendisi vefatından önce beni Konya’ya gömün diye vasiyette bulunmuş ve cenazesi Türkiye’ye getirilerek Mevlana’nın kabrinin yanındaki üçler mezarlığının yanına defnedilmişti. Eva dünyaya veda ederken geride Fransa’dan Konya’ya uzanan zorlu bir hayat ve kutlu bir mesaj bırakmıştı.