Chantal Mouffe, siyasette antagonizmik (karşıtlıklar üzerinden işleyen) çatışmaları hesaba katan yaklaşımıyla, öncelikle Richard Rorty veya Jürgen Habermas gibi farklı açılardan siyasetin doğasını uzlaşmalar üzerinden tanımlayan ve çözümlemelerini de bunun doğrultusunda geliştiren liberal düşünürleri eleştirir. Çünkü tıpkı J. Ranciere’in yaklaşımında da olduğu gibi, ona göre de bir toplumda siyaseti ortaya çıkaran, her ne kadar bu, toplumsal sükûneti dalgalandırsa da, uzlaşmazlık, yani ihtilaflardır. Demokrasi ise bu uzlaşmazlıkların dikkate alınması kadar, hesaba katılmayanların, yani siyasa dışı olarak addedilenlerin siyasi denkleme girmesi; dolayısıyla yeni sorunlar, kavramlar ve kesimlerin siyasal denklemi zorlamasıdır.
Uzlaşmazlık, Carl Schmitt gibi sabitlenmiş toplumsal yapılara özlem duyan siyaset felsefecilerinin farkına varmadıkları gibi, aslında temel bir toplumsal durumdur ve bunun önüne geçme çabalarını her daim aşarak, istenmese ve bastırılmaya çalışılsa da, her bastırılmış durumun doğasından sökün eder. Her geri dönüş ise daha da beklenmedik ve şiddetlidir. Toplum ise, ister istemez biz ve ötekiler arasındaki dengeler üzerinde kurulur ve bunun sağladığı devinimle kendisini yeniler. Sorun bu ayrışmayı/aykırılığı bastırmaksızın ve bir düşmanlığa dönüştürmeksizin toplumsal barışın sürdürülebilmesidir ki bu da siyasetin temel işlevi ve maharetidir. Zira biz ve ötekiler ayrılığı salt bir dışlama veya tâbi kılma ameliyesinin siyaseti imkânsızlaştıran durumu olmaktan öte, farklı toplumsal eğilimlerin ve ihtiyaçların belirgin bir biçimde ortaya çıkması, ifade ya da temsil edilme halidir.
O nedenle toplumu selamete çıkaracak olan tutum, bu uzlaşmazlık ve farklılık noktalarını bastırmaktansa, onlarla hesaplaşmasını ve dışlama yerine ötekilerle birlikte yaşamasını öğrenmektir. Dolayısıyla da sağı ve solu, iktidarı ya da muhalefeti, hegemonya çabalarını ve toplumsal karşıtlık (antagonizma)’ları görmezlikten gelen veya bu gibi durumları siyaset dışı kılmak için tasfiyeye çalışan bir mantık, toplumu belki niyet olarak gerçekleştirmeye çalıştığı salim bir siyasetten de uzaklaştırmaktadır. Nitekim bu bakışı eleştiren Mouffe’a göre doğru tutum, “mutabakatçı yaklaşımın (yapmaya çalıştığı gibi), uzlaşmış bir toplum yaratmak yerine, agonistik (rekabetçi) perspektifin (yaptığı gibi) -söz konusu çatışmalara meşru bir ifade biçimi sağlayarak- üstesinden gelinebileceğini”[1] göstermeye çalışmaktır. Nitekim Kuran da “hayırlarda yarışmamızı” önerir bize. Yarışmak içinse, elbette ki ve öncelikle, hayırlarda yarışacak olan eğilimlerin ortaya çıkması gerekmektedir.
Mouffe’a göre, cepheleşmeci bir siyasal perspektif açısından muhalifle karşıtlaşma, iyi ve kötü arasındaki ahlaki bir karşıtlaşma olarak düşünüldüğünden, “muhalif artık sadece yok edilmesi gereken bir düşmana”[2] dönüşecektir. Nitekim buna benzer bir mantıktan yola çıkan Carl Schmitt de, kendi demokrasi anlayışını homojen (eşit/birörnek) yurttaşlar arasında kurar ki, bu artık sadece ötekileri bastırarak veya yok ederek siyasa dışı kılmış bir ulusal cumhuriyettir ama farklılıkları gözeterek, gün yüzüne çıkararak ve siyasal sürece dahil ederek oyununu bu düzlemde icraya çalışan bir demokrasi değil. Bu idealize edilmiş soyut eşitlikçiliğin ve birlikçiliğin sarsılması ise kaçınılmazdır zira siyaset temelinde eşitsizlikler arasında süregiden bir oyundur. Schmitt’in eşitliğini kurmak istediği ırksal temel ise sadece benzeştirir, eşitleyemez bile. Orada da sınıfsal, etnik ve kültürel farklılıklar ve eğilimler vardır ve bunları büsbütün önlemek de mümkün değildir. O halde benzeştirici katı bir eşitlikçiliktense dengeleyici bir adalete ve fırsat eşitliğine açık bir liyakatçı anlayışa yönelmek daha doğru bir tutum olacaktır.
Kuşkusuz ki her toplumda huzursuzluklar, farklılıklar, eşitsizlikler, adaletsizlikler, iletişimsizliklerden kaynaklanan düşmanlıklar ve bunların da ötesinde diktatorya heveslilerinin hoşuna gitmeyen muarızlar bulunmaktadır. Siyaset ise, tam da bu farklılıkların belirginleştiği noktalarda ortaya çıkar. M. Foucault’nun da işaret ettiği gibi, toplumsaldaki her türlü farklılığı silmiş, sindirmiş ya da bastırmış olan mutlakiyetçi bir yönetim açısından siyasetten söz etmek mümkün değildir. Zira siyaset bir tür rıza ilişkisi çerçevesinde işler. Gerekse bu rıza hegemonik bir etkiyle veya benzeri yöntemlerle sağlanmış olsun. İşte bu tür yollarladır ki toplum, iktidar yapısının etrafında farklı eklemlenmelerle bütünleşerek, bir siyasal sisteme dönüşür. Elbette ki bu sistem de sorunlardan ari değildir ama bu sorunlar en azından tahammül edilebilir bir düzeydedir ve iktidar, sorunları bastırmak yerine bu düzlemde tutabildiği sürece, toplumu olduğu kadar siyaseti de krizlerden uzak tutabilir.
Türkiye’de ise sistem, tam anlamıyla demokratik bir dönüşüm geçirmekten imtina ederek, sadece geniş tabanlı olan muhafazakârlarla uzlaşmakla (onları sisteme dahil ederek Kürtleri dışlamakla) yetinmiştir. Oysa siyaset sadece belli toplumsal kesimler arasında bir uzlaşma veya müzakere sağlamakla yetinemez; genel anlamda uzlaşmazlıklara yol açan sorunların müzakerelere açık tutulmasının da sağlanması gerekir. Bunun sağlanması halinde siyasal denklem belki daha karmaşık bir hale gelecektir ama daha çoğulcu, dinamik, kapsayıcı ve etkin olacaktır. Nitekim İslamcı-muhafazakâr koalisyonun siyasete dahli, kısıtlı da olsa, böylesi bir etki yaratmıştır. Ama anlaşılan o ki, kendisini sıkı bir biçimde ulusalcılığa ayarlamış olan sistem, Kürtlerin de dahil olacağı bir siyasal karmaşa içerisinde, iplerin elinden kaçmasından korkmaktadır. Oysa bu yönde sağlanacak olumlu gerçekleşimler, sadece yerel çatışmaların değil, bölgesel çatışmaların da önüne geçebilecek bir dünya vadetmektedir.
İslam dünyasının önemli bir düşünürü olan Aliya İzzetbegoviç de, üstelik kendisine böylesi bir seçenek dayatıldığı halde, zor olanı seçerek, Müslüman bir Boşnak devletindense, farklılıklarla birlikte ve onların da özerkliklerinin korunduğu bir siyasal durumu tercih etmiştir. Yine mesela Filipinler’deki Moro Müslümanlarının özerk bir yönetimi benimseyerek yaptığı barış antlaşması sonucu, Moro Özerk Yönetimi bölgesinde çoklu bir hukuk sisteminin uygulanması tercih edilmiştir: Müslüman, seküler ve pagan hukuklar.
Esasında genel geçer bir siyasal yönelimin temel gereksinimlerinden belki de en önemlisi, karmaşıklaşmış bir toplumda adaleti ikame etmenin nesnel koşullarını yaratabilmektir. Bu durumda ise devletin liberal (veya laik) koşulluluğu kadar, mutlakçı bir değişmezlik tavrının da bir yana bırakılması gerekmektedir. Zira ahlakın (kültürel veya dinî aidiyetlerin) siyasetten dışlandığı laik toplumlar kadar, siyasallaştırıldığı totaliter sistemlerde de, adaletin ikame edilmesi sorunu, giderek daha da çözümsüzleşir. Sözgelimi Türkiye’deki ulusalcı laik sistemin Müslümanlara ve Kürtlere dair sorunları tartışmaya dahi yanaşmadığı yıllar içerisinde, bu iki meselenin de bastırılabilmesi şöyle dursun, giderek sistemi aciz bırakacak bir noktaya gelmesi gibi.