Başını kaldırıp göğe baktı, sonra başını döndürdü denize baktı, arkasına döndü ormanlık alana gözlerini dikti, yeniden bakışını değiştirdi, caddeye, yoldan geçen arabalara bakındı, durdu…
Bu aralar sanki her şey üzerine, üzerine geliyordu. Her şey ama her şey kendisini incitiyordu… İncinmek için bahane arar gibiydi. Duyduğu her şey, gördüğü her olay, olgu ve durum onu rahatsız ediyordu. Kendinden uzağa kaçmak, her şeyden uzağa kaçmak ve mümkünse dünyadan da uzağa kaçmak isteği ile dolup taşıyordu.
Kendini çok felsefi bir tutumun içinde hapsolmuş hissediyordu. Anlam arayışını derinleştirdikçe, hiçbir şey ona huzur vermiyordu. Yalan, dolan, sahte, kaygısız bireyler, içi boşaltılmış topluluklar, anlamını yitirmiş toplum, güven vermeyen iktidar ve ülke…
İstemsiz bir şekilde gözleri dalıyor, ruhu uzaklara, çok uzaklara gitmek istercesine kendisini uzaklaştırıyor, ama her şeyden uzaklaşmanın zeminini kolluyordu. Garip bir his olarak kendisini rahat hissedemiyor, güven duyamıyor, istemsiz kaygılar sarıyor yüreğini, istemsiz ağlama hissi kaplıyordu gönlünü…
Bir şeylere inanıyor muydu? Bu soru onda bir anlam çağrıştırmıyordu. İnanmak ve inanmamak keyfiyetini kaybetmiş ve aslında bir boşluğun derin uçurumunda asılı kalmanın derin kaygısı ile birlikte derin kırılganlığını yaşıyordu. Onu, hayata tutunacak bir pozisyona taşıyacak bir şey arıyordu. Önüne konan hiçbir şey ona istediğini vermiyordu. Din deyince hafakanlar basıyordu dört bir yanını… Felsefi sistemler ise kendisini biraz daha yabancılaştırıyordu. Ayrıca ‘bugün yaşadığı her şeyin felsefi sistemlerin bizatihi kendileri yüzünden değil mi’ diyen sorular zihnine üşüşüyordu. Yani kendisini tatmin edecek her hangi bir şey; düşünce, felsefi bakış, ruhsal yapılar ve mistik düşünceler arıyordu, buluyordu, soruşturuyordu, zihninde tartıyordu, fakat itminan sağlayamıyordu. İç dengesi sağlanamadığı için o tuhaf yabancılaşma hissini bir türlü boşaltamıyordu.
Kendisini gezmelere vurdu. Gördüğü yerlerin güzelliği göz kamaştırıcı olmasına rağmen bu güzelliği yerli yerine koyacağı bir düşünceye sahip olamadığından dolayı bu ona daha derin bir acıyı yaşatıyordu. Karakteri gereği, öylesine takılmak, boş vermek ve hiçbir şeyden etkilenmemek gibi bir huyu yoktu. Her şey onu sarmalıyor ve etkiliyordu. O etkileşim ile kendisini öyküdeki böcek gibi görmeye başlamıştı. Ruhsal dengesi bozuk muydu, değil miydi, bir türlü emin olamıyordu.
Hayatında bir anlam olmalıydı. Yaşadığı her şeyi anlamlandıracağı bir hayat… Ama buna yönelik zihninde tam bir boşluk vardı. Piyasada bulunan ve din, iman, dindarlık veya erdem, iyilik, güzellik namına ne varsa hepsini sahte buluyordu. Ölüm hissi kendisini sardığında korkuyordu. Yeryüzündeki serüveninin bir anlamını bulmadan gitmenin ürküntüsüydü bu… Kolaya kaçmak istemiyordu. Bir şeye kapılmak ve ona takılı kalarak kendini sahtelikle mutlu kılmak istemiyordu. Bu yüzden kendisine söylenenleri uzun, uzun düşünüyordu. Değerlendiriyor, söyleyenin hayatında bunun izini arıyor, sahteliğini ve gerçekliğini dikkatle takip ediyor ve ona göre tavır geliştiriyordu. En çok şu dindarlara kızıyordu. Çünkü anlamın beşiği olması gereken din, anlam üretemiyor ve gençler hızla dinden uzaklaşıyordu. Dinden çok dindarın hayatındaki çelişkiler, din ile uyuşmayan tavırlar, söylemler, beklentiler vesaire onu dinden uzaklaştırıyordu. Din ile dindar arasında bir ayrımı detaylı düşünmek istemesine rağmen, gözüne, gözüne sokulan dindarlık profilleri bu düşünmeyi anlamsız kılıyordu.
Bir gün yine, yeniden derin bir yol ayrımının ucunda yaşadığı ruhsal bunalımın bedeninde ürettiği ürperti üzerine her şeyden kaçmanın kendisini kurtaracağı görüşü zihnine düştü. Bu kaçış, insanın üretimi olan her şeyden bir kaçışı kaçınılmaz kılıyordu. Öyle derin bir kırılma yaşıyordu ki, artık her şey kendisinin üzerine yüklenmiş bir ağırlığın varlığını duyumsayarak altında öleceğini düşünmeye başladı. Bu onu daha çok korkuttu ve kaçmanın kaçınılmazlığını kavradı. Evet, her şeyden kaçması gerekiyordu. Kendisine sunulan, iyilikler, güzellikler, doğruluklar ve onların yaşamda karşılığı oluşmayan eylemlerin tümünden uzaklaşması gerektiğini derinden kavradı. Bu kavrayış ona bir idrak sundu. İşte bu idrak ilk kez kendisinin gülümsemesine neden oldu ve ilk kez içinden derin bir oh çektirdi.
Görece rahatladığını hissediyordu. Bu göreceliliği bile çok olumlu buldu. Çünkü ilk kez rahatlamıştı. Göreceli bile olsa bu rahatlık onu yaşam ile bir uzlaşıya taşıyabilirdi, bunu derinden hissetti…
Kaçış, bir eve dönüş planı olabilir miydi? Bu soru zihninde dönmeye başladığı zaman kendini rahatsız hissetmedi. Demek ki, kendisinin yaşadığı dünyanın kurulmasının bizatihi kendisi imiş yabancılaşmayı sağlayan şeyin kendisi… Bu duygu onu derinden sarstı. Meğer benim her şeyden kaçmamı sağlayan şey, her şeyi oluşturan, inşa eden ve onu yaşama geçiren şeyin kendisi imiş, dedi. Bu da içinde var olduğu yaşamı sağlayan dünya görüşünün kendisinden neşet eden bu durumu gözden uzak tutmamaya karar verdi. Demek ki, belirli bir dünya görüşü -ki adına modern düşünce deniyordu- kendisini yaşamdan ve kendisinden uzaklaştırıyordu. Bu uzaklaşmanın kendisi için iyiye işaret olacağını derinden kavradı. Döndü kendisine inanamadı. Bir şeye inanmıştı. Bu onda bir kaygı yarattı. Ama bu kaygı onu uzaklaştıran değil bilakis yakınlaştıran bir şey gibi hissediyordu. Bütün hikâye, modern düşünceye dayalı dünya görüşünün ürettiği yaşamın bizatihi kendisinin her şeyi yabancılaştırdığını ve kendisinin de hem kendisine hem de her şeye yabancılaştığını hissettiği durumun bu olduğunu kavradı. Yani şeyin kendisinde bir yabancılaşma yoktu aslında! Onu yabancılaştıran bir dünya görüşü içinde yeniden anlamlandırma faaliyetinin kendisiydi. O zaman bir şeyi kendi doğası içinde var olmaya sevk edecek şeyin kendisini merak etmeye başladı. Kaygısı da bu şeylerin kendi doğaları içinde mevcudiyet kazanmalarına neden olacak şeyin, bakışın, düşüncenin, inancın neliği oldu.
Bu mesele zihninde dönüp durmaya başladı. Üzerinde tefekkür etmeye başladı, derinleştirmeye çalıştı. Tek, tek her düşünceyi bu meselenin aydınlatılması bağlamında ele aldı ve değerlendirmeye çalıştı. Tarihsel seyrini düşünerek ele almaya devam ediyordu. Ama bir türlü istediği şeyi elde edemiyordu. Arayış onu biraz rahatlatmıştı. Sorunu keşfetmesi o rahatlığı kaygı ile besleyerek, kaygının anlam ile bağını kurma arayışında elindeki düşünce sistemlerini çalışıyordu. Ama bir ışık görünmüyordu.
Felsefi yaklaşımların anlam arayışındaki süslü sözleri, fazla anlam yüklü cümleleri, propaganda silahına dönüştürülmüş sloganları bir karşılık üretmiyordu. Her felsefi bakışın kendi sistemi içinde yaşamın bir parçasına yönelik ilgisini ve bakışını olumlu görse de bütünü kuşatacak bir düzeyde bulamıyordu. Bu yüzden umudunu felsefi bakıştan kesti. Mistik bakışa yöneldi. Orada bir umut var mıydı? Onları kendi sistematiği içinde doğu, batı ve İslam tasavvufu olarak betimlenen tarikatlara da baktı. Onları ve yaşadığı hali giderme konusunda değerlendirdi. Bir tanışıklık inşa edebilirler mi? Onların da bu yeni modern düşünceden neşet etmiş dünya görüşü bağlamında hasara uğradıklarını anladı, derin uğraşları neticesinde… Tarikatlar ise kendi ülkesinin ve halkının içinde vardılar. Onlara bakındı, görüşlerini inceledi, yaşamlarını değerlendirdi. Bir süre bu durumu sürdürdü. Zihnine düşen şey onu korkuttu. Modern düşünce aslında kendisinin dışındaki her türlü düşünceyi etkilemiş ve onları kendi doğalarının dışına sürüklemişti. Bunu nasıl başardığı kadar, diğerlerinin bu etkileşime bu kadar açık oluşu da onu derinden düşündürdü.
Modern düşüncenin tabiatının bizatihi kendisinin yapı dönüştürücü bir karaktere sahip olduğunu anımsadı. Ayrıca her şeyi belirleme gücünü kendinde bulmasına çok kızdığını hatırladı. Buna rağmen diğer düşünceler, kadim düşünce ve kültürlerin bu yeni düşünce zemininde kendilerini muhafaza edecek bir zemine sahip olamamalarını da mevcut dünya görüşünün her şeyi domine ettiği, siyasi, sosyal ve iktisadi alana tam olarak sahip olduğu gibi bilgiyi de tekeline aldığı bir iktidarın varlığına bağladı. Mesele biraz daha zihninde aydınlandı. Zihni açıldıkça, farkında olmadan kendisinin kendisine yönelik yabancılaşmasının da azaldığını hissetti. Bu onu sevindirdi. Tam bir uzaklaşma ona yakınlaşma fırsatı sunuyordu. Bu onu derinden bir sevince gark etti. İlk kez bu kadar kendi üzerindeki ağırlığın kalktığını duyumsadı.
Ama bir şey daha vardı. Mesele anlaşılmıştı. Ama sorun ortada duruyordu. Eşyayı kendi fıtratına döndürecek şey ortada yoktu, nasıl bulacağına dair bir yaklaşımı da henüz yoktu. Ama umudu yeşermeye başlamıştı.
Bu arada bilimsel bilgi ve onun ürettiği bakış üzerinden de yabancılaşmaya bir çözüm bulma arayışı ona bilimin bizatihi kendisinin ve ondan neşet eden bakışın yabancılaşmayı beslediği kanaati kesinlik kazandı. Çünkü mevcut modern düşünce ve bu düşünceye dayalı bilim ve felsefi bakışlar yabancılaştırmaktan öte bir işleve sahip değillerdi. Bunu gerçek anlamıyla kavramıştı.
Geriye din kalmıştı. Din ise kendisine direk ulaşılacak bir pozisyona sahip değildi. İki türlü bir yanılgı üreten bir sisteme sahipti mevcut din algıları… İlki, geleneğin bugün ile uyuşmayan yapısı yanında, geleneği dinin yerine ikame eden yaklaşım ve bu yaklaşım ile başlayan yabancılaşmanın sirayet edici tabiatı üzerinden her şeye karşı yabancılaşmayı sağlayan bir tanışıklık kurmasıydı. Yani kurulan tanışıklık, yabancılaşmayı artıran bir düzeyi işaret ediyordu. İkincisi ise; dinin modern düşüncenin tasallutunda anlaşılması çabaları ve bu dini yaşamın yabancılaşmayı ve insanları kendinden uzak kılan boyutunu kavradı. Varlıkla sahici bir ilişkiye imkân tanımayan da bu yeni yetme dini düşüncenin kendisiydi, bunu kavrayınca gözleri ışıldadı. Din ile daha sahici bir ilişki kurmanın vakti girmişti artık!
Hikâye, modern düşüncenin her şeyi tasallutu altına alması ve bu yüzden o tasallutu aşarak bir şeyin kendisi ile yüzleşmesinin imkânsızlığı yüzünden bu yabancılaşma artarak devam edegeliyordu. Modern düşüncenin dışında kalan düşünce biçimlerinin ve dini düşüncenin modern düşünceyi eksene alan yeni yapılanma arayışları bizatihi sorunun kendisiydi. Bu yüzden düşünce ile yaşam arasında sağlıklı bir ilişki kurulamıyordu. Şey ile insan arasında ve insan ile Yaratıcı Kudret arasında da sahici, sağlıklı ve sahih bir ilişki kurulamıyordu. Mesele zihninde anlaşılmıştı. Atılacak adımlarda belirmeye başladı.
Sorun belli olunca çözümü konusunda neler yapılacağına dair düşünceler üretmekte kolaylaşıyordu. Zaten yığınla bilgiye sahipti. Mesele bilgi meselesi değil, yöntem meselesiydi. Bu yöntemi doğru kurduğunda çözümü de doğru bir zemine taşımak mümkün olacaktı. İlk yapacağı şey, dini ve dini düşünceyi her türlü tasallutun altından çıkarmak olmalıydı. Bu tasallutu kırdığı andan itibaren din ile sahih ve sahici bir ilişki kurabilirdi. Mesele din ile aracısız bir şekilde kitap ve uygulamaları/sünnet üzerinden bağ kuracak ve bugünün diline tercüme ederek bugünün kendisinden uzaklaşmış insanlarına bir yakınlaşma umudu verecekti. Kolay gelsin demekten başka bir söz gönlüne düşmedi.
Umudunu diriltmişti. Uzaklaşmanın sınırlarını yoklamış, son sınıra kadar gitmişti. Meğer o sınır onu yakınlaştıran bir şey imiş, o zaman şunu derinden anladı; uzaklaşmak yakınlaşmayı, yakınlaşmak ise uzaklaşmayı beraberinde taşıyordu.
Yüzündeki tebessüm ile yaşama merhaba dedi…
Kaynak: şarkulavsat