Bu dünyâda hiç kimse kendi hayâtını doyasıya yaşamıyor aslında. Bir insan tekinin hayâtında sayısız başka hayatlar kol geziyor. Çok defâ başkaları için yaşıyoruz. Bunu bir fazilet olarak telâkki eden ahlâkî prensipler de mevcût. Diğerkâmcılık dediğimiz değer bunların başında geliyor. Modern dünyâ bunu, görece soğutarak, sosyal fayda, sosyal sorumluluk vb kavramlara taşıyor. Bu ahlâkı benimseyenler, özümseyenler açısından başkaları için yaşamak pek de sorunlu olmamalı. Lâkin bu ahlâkî çerçeveye girmeyen o kadar çok insan var ki..Onlar ekseriyeti oluşturuyor. Buna göre başkaları için yaşamak ağır bir külfet ve yabancılaşma doğuruyor.
Ekonomik düzlemden bakacak olursak üretim, daha doğrusu çalışma süreçleri bunun tam da merkezinde yer alıyor. Üretim süreçlerinin, çalışma şartlarının o kadar karmaşık olmadığı, ürettiğimiz değerlerin o kadar yabancısı olmadığımız, onların gideceği adresleri, öznelerini bildiğimiz kadim zamanlarda manzara görece farklıydı. Hoş, kadim dünyâyı bu açıdan yüceltecek değilim. Bir köle, reaya veyâ serfin çalışma hayâtının ne kadar çileli olduğunu kestirmek o kadar da zor olmasa gerekir. İlk ciddî fark, işleri yapanların, işlerin künhüne vâkıf olmasıydı. Kullanılan âletlerden üretimin çeşitli merhalelerine kadar, hiçbir noktada yaptıkları işlerin yabancısı değillerdi. Dahası; toprakta iş yapan bu çileli insanlar ürettikleri mahsûlün kime gideceğini biliyorlardı. İnsanlar arasında yüz yüze ilişkiler hâkimdi. Bir köle efendisini, reaya tımar sâhibini, serf ise senyörü ve kâhyasını rû be rû tanıyordu. Zenaatkârlıkta da manzara bundan farklı değildi. Ustalar, kalfalar ve çıraklar ortak ve yüz yüze ilişkileri paylaşırlardı. Seri üretim olmadığı, çok defâ sipâriş temelli çalıştıkları için ürettiklerini kim için ürettiklerini de gâyet iyi bilirlerdi. Baskın mübadele tarzı kullanım değeri üzerineydi. Elbette bu devrilerde de yabancılaşma yaşanıyordu. Ama modern dünyâda olduğu kadar değil.
Sanayi kapitalizmi, binlerce senelik bu târihi alt üst etti. Üretim süreçlerini alabildiğine büyüttü, karmaşıklaştırdı ve kompartmanlaştırdı. Charlie Chaplin’in Asrî Zamanlar’da tekmil trajikomik taraflarında anlattığı gibi Fordist bant üretimi bunun en ileri safhasıdır. Modern proleteryalar eş anlı olarak yaptıkları işe, kullandıkları âletlere, nihâyet birbirlerine yabancılaştı. Artık seri üretimden yola çıkılıyordu. Yeni mübâdele tarzı ise değişim değerine göre şekilleniyordu. Sürecin idârî boyutunda ise iş ve işlemleri, öznelliğinden sıyıran ve gayrı şahsî bir zeminde önceden hesaplanabilir ve sonradan hesâbı sorulabilir bir iklime taşıyan bürokratik-hukûkî devrim yaşanıyordu.
Modern çileli iş hayâtı insan fıtratına mugayırdı. Bâzı romantikler kadim mübadele tarzını idealize ettiler. Bâzıları ise devrimci reçetelerle bu süreci insânî-leştireceklerine inandı. Neticede, şöyle veyâ böyle tekmil insanlık bu sürecin gerisinde kalmamak için ağır ev ödevlerini sırtlandı. Bilhassa kendilerini geri kalmış gören toplulukların entelijensiyaları, sürecin insanlığa yaşattığı ağır mâliyetleri görmezden gelerek kalkınma, gelişme ve refah güzellemelerine dayalı bir yanılsamayı, gerek dogmatik gerek tematik olarak işledi. Bu güzellemelerin başında iş etiki denilen, işin mâhiyetini tartışmayan, sâdece işin hakkıyla yapılmasına odaklanan bir kuru bir ahlâktı bu.
Bizde Ahmed Midhat Efendi gibilerden başlayarak bunu kutsayanlar çoktur. Türk siyâsal kültüründe bu işi derinliğine tartışan hemen hemen yoktur. İdeolojik kavgalar, bir üretim ve refah toplumunun hangi yollardan başarılabileceğine dâirdir. Seneler evvel bana sosyalist kalkınma yolunun propagandasını yapan ODTÜ’lü bir abiye, bu ürünleri kim tüketeceğini sorduğumda yaşadığı şaşkınlığı unutamam. Cevâbı, “ihraç edeceğiz” oldu. “Gelen parayı ne yapacağız” diye sorduğumda, “yeniden üretime yatıracağız” dedi. Refah husûsunda hiçbir fikri yoktu. Sâdece tüketimden çok korktuğu açıktı. Sosyalist bir libas giymiş püritanlıktı bu. Bu soruyu daha sonra millî iktisat yolunu savunan milliyetçilere ve İslâm iktisadını savunan islâmcılara da sordum. Cevaplar ve tepkiler çok benzerdi. Milliyetçi libas giymiş, İslâmî kıyafet kuşanmış püritanlıklardı bunlar.
Zâten sorun da buydu. Üretimin hediyesi refahtı. İleri toplumlar, başta Amerikan toplumu olmak üzere bu gâyeye vâsıl olmuşlardı. Bunun bir ismi de, püritanlığın öldüğü tüketim toplumuydu. Sorun bu mertebeye oluşmuş toplumlarda bir geri dönüşün yaşanmaması, refaha erenin üretimden düşmesiydi. Sanâyi “medeniyeti”ni sönümlendirenin bu olduğu artık çok berrak görülüyor. Refâhın üretimi daha da geliştireceği zannediliyordu. Tam aksine, tüketime kavuşan, karnı doyan toplumlar gevşiyor ve üretkenliğini kaybediyor.
Üretim toplumları, başkaları için yaşamayı en boğucu seviyelere taşıdı. Tüketim toplumları ise bunun tam zıddına ben merkezciliği, başkasını düşünmeden yaşamayı merkeze koydu. Târihsel bir savrulmadır bu. Yavaş yavaş şekillendiğine şâhitlik ettiğimiz yeni tekno dünyâ bu savrulmanın örselediği yorgun bir insanlığı devralıyor.