Bilgi, son kertede doğduğu zihin itibarıyla ferdîdir. Doğumu, bir ihtiyaç, bir arzu ve talebe mebnidir. Dolayısıyla doğmadan önce, ihtiyaç, arzu ve talebi içeren bir iradî süreç var. Stefan Zweig, “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”da dünyanın kaderini değiştiren dâhilerin bilgi üretme ya da arzulanana ulaşma sürecindeki sıra dışı rûh hâllerini ve verdikleri mücadeleyi anlatır. Meselâ “Okyanus’u Aşan İlk Söz” başlıklı yazıda Cyrus W. Field’in verdiği mücadele müthiştir. O süreci bilmeden ve ruhen özümsemeden ‘alınan’ bilginin/ teknolojinin değerini kavrayamayız, kavrayamıyoruz da zaten!.. O bilgi ve teknolojinin arkasında büyük bir kültür ve ruh, yer yer hayal kırıklıkları, yenilgiler, ama her şeye rağmen sarsılmaz bir azim var!.. Bilimin arkasındaki büyük rüya – buna ister ‘Büyük ve Birleşik Avrupa’ ideali ister başka bir şey deyin- budur!..
Kısaca bir bilginin arkasındaki ruhu, kültürü, süreci göz ardı etmemek gerek. Bilgi/ teknoloji; yaratılış sürecinde ferdîdir, ama doğduğu coğrafya, iklim ve kültürün izlerini taşır. Doğduktan sonra ise evrensel; tüm insanlığa açık! Alınabilir elbet, alınmalı da… Nitekim Âkif ve Fikret, -dünya görüşleri farklı olmasına rağmen- ikisi de Batı’dan bilim alınmasından yana. Şimdi soru: Salt alarak, bir başka deyişle dışarıdan gelen hazır bilgi ve teknoloji ile ilerleme olur mu? Sait Halim Paşa olmaz, der! Bence de salt ithal kurum, bilgi ve teknolojiyle ilerleme olmaz!..
Şark-İslâm dünyası, Âkif’in “İbn-i Sina’ları yüzlerce doğurmuş iklim/ Tek çocuk vermiyor âgûşuna ilmin, ne akîm” dediği üzere, -istisnaî bilim insanlarını tenzih ederim- yüz yıllardır bilim ve teknoloji üretmiyor, ithal ediyor. Bu dünyaya, -lâtife olsun diye söylüyorum; Cemal Süreya “Üvercinka”da tabii ki bir başka bağlamda “Bütün kara parçalarında/ Afrika hariç değil” der ya, tıpkı onun gibi- Boğaziçi de olmak üzere tüm üniversitelerimiz dahildir. Gerçek şu: Bilim ve teknoloji, Avrupa merkezli. Üniversitelerimiz, Batı’nın ürettiği bilgiyi NAKLEDİYOR!.. Batı’dan gelen her bilgi makbul! Süzme, eleştirme yok! Türkiye âdeta Ece Ayhan’ın deyişiyle “Bir tercüme cumhuriyet”.
Bilgiye ulaşmak için yabancı dil bilmek gerekli, doğru! Yabancı dil bilmemek eksiklik, doğru. Ama salt yabancı dil bilmek, bilgi ve teknoloji üretmeye yetmez. Bugün Felsefe, Psikoloji, Sosyoloji, Eğitim Bilimleri’nin -Yeni Türk Edebiyatı alanı da buna dahil- teorik kaynaklarının çoğu Batı. İyi. Ama hiç düşünülmüyor mu, meselâ Kemal Tahir’in dediği gibi Doğu toplumlarıyla Batı toplumlarını aynı Batılı sosyolojik şemalar, teoriler içinde tahlil etmek doğru mu? Batılı, teorilerini kendi kültürel pratiklerinden yola çıkarak inşa ediyor, yer yer bize uymaması doğal. Oysa bizde genelde yapılan, bir edebî eseri ya da sosyal olguyu, Batılı bir teori eşliğinde çözümlemek. Güzel! Ama tarihî ve kültürel bağlamdan, dönemin süreli yayımlarından, kroniklerinden, kısaca ruhundan bîhaber olarak yapılan ve tüm meziyeti Batılı teorilere dayanmak olan bu çalışmalar hep eksik kalacaktır. Bilgiyi temellük etmemektir bu! Temellük edilemeyen bilgiyle ‘nakilci’ olunur.
Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim: Batı’nın bilgisini ‘almak’ ve bu tarzda yaşamak, düşünmek, kimseyi ELİT yapmaz! Mesele insanın kendi kalarak, kendinde elit olması.
Üniversite, keşke bunları tartışsaydı! Ama bizde üniversiteler bir iktidar alanı. Bu bağlamda tartışmalar da o bildik lâik-antilâik, ileri-geri vb. bıktırıcı şablonlar üzerinden devam ediyor. Karşı çıkışlar da bir iktidar ihtirasıyla malûl!..
Yazımı Besim Dellaloğlu’ndan aldığım şu cümleyle bitireyim: “Batı’nın Kadîm Yunan ile ilişkisi basit bir ‘alma’ meselesi değildir!” (Poetik ve Politik, s.279). Yani ‘alınca olunmuyor’… Üniversite, bu cümle üzerinde epeyce düşünmeli… Tabii Boğaziçi hariç değil!..