Her yeni başlangıç tahayyüllerle doludur; kimi ütopyalara dayanan, kimi de umutlara. Belki geçmişe duyulan özlemler (nostalji, daüssıla)’den de söz edilebilir. Ama geçmişe dönüş de ancak geleceğe doğru bir yeniden inşa olarak sürdürülür ve sonuçta bizi çağıran bir geleceğe dayanır heyecanlarımız. Geleceğin çağrısı, ister istemez geçmişin eleştirisini ve onarılmasını da gerektirir. Bu eleştirinin yürütüldüğü “aklın kötümserliği”ni bedbinliğinden vazgeçiren ise, Gramsci’nin deyişiyle, iradenin geleceğe dönük iyimserliğidir. Çünkü yürüyeceğimiz yolda geçmişin eleştirisi her ne kadar bizi yeni tedbirlere ve stratejilere yöneltse de, yolculuğumuzun asıl heyecanı ve desteği, iradenin iyimserliğince sağlanır. İyimseriz çünkü yaşamaktayız ve yenilgiler sadece bir derstir, adımlarımızı daha sıkı basmak için.
Ütopyacılık, hümanizmle koşut bir biçimde gelişen ve meşrulaşan bir kavram. Aydınlanma hümanizminin vaat ettiği yeryüzü cennetine dair kurgusal bir bakış. Dünya savaşlarıyla kuşkulu hâle gelen bu bakış, belli bir “insanlık” (modern insan) tanımından yola çıkarak, yani Arî ırkın günümüzdeki özgüllüğünü bir insanlık modeli varsayarak, bu ırkın egemen olacağı ütopik bir geleceğe işaret eden bir tahayyüldür. Bu ırkın değerlerinin korumaya alındığı insan hakları öğretisi, temelde korumaya çalıştığı ırka dayanan toplumlar arasındaki savaşları önlemeye matuf korumacı tezler (söylemler) geliştirdi. Bu söyleme dayanarak Batı insanını ve değerlerini koruyan bir üsttencilik, aynı söylemi madun ülkeler ve halklar üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıran emperyal ideolojilere de gerekçe kıldı.
Bu anlamda ütopyalar kurgusal düşlere benzeşirken, tahayyüller umutlarımızın olumluluğuna dayanır. Tahayyüllerin ucu açıktır ve sürekli olarak yenilenebilmektedir. Oysa ütopyalar toplum mühendisliğini andıran bir belirginliktedir; birer projedirler, belirli sonlara öngörülüdürler ve bu sonları tartışılır kılmazlar. Çünkü “gerçek olan akli, akli olan ise gerçektir”. O zaman ise bu kendiliğe güdülü düşsel sarmaldan çıkış, tahayyüllerin ve umudun cari bilimin ve de aklın ötesine açacağı yolculuğun patikalarındadır. Çünkü her yeni tahayyül, verili durumu bir aşma çabası olarak, her şeyden önce varolan akla, bilime ve siyasete eleştirilerle başlatır yolculuğunu; ama bunu ütopyaların hezeyanlarına ve verili aklın kötümserliğine düşmeden, tahayyüllerin olumluluğuna ve umudun iyimserliğine dayanarak sürdürür.
Platon’dan itibaren neredeyse tüm düşünce ve inançlara sızan ütopyacılık, yanlış bir Tanrı tasavvurundan hareketle, gerçekleşmesi imkânsız ve hatta abes olan bir toplum tasarımına bağlanmaktır. İzzetbegoviç’e göre ise “ütopya, ateistlerin inancıdır; müminlerin değil.”[1] Tanrı’yı inkâr, umudun da inkârıdır çünkü. Wittgenstein’ın deyişiyle: “Bir Tanrı’ya inanmak, hayatın anlamına ait soruyu anlamak; dünya olgulardan ibarettir diyerek, onu savuşturamayacağımızın farkına varmak demektir.” Jameson’a göre ise, “dinî bakış açısından ütopya fikri, bir kibir olarak günahtır.”[2] Çünkü bu, Tanrı’yı inkâr ederken, tanrılığı oynamaktır.
Ütopya, sekülerleştirilmiş bir cennet tahayyülü ya da cennetin yerine dünyevi bir arzunun ikamesidir. Bu anlamda şeytanın Âdem’e olan çağrısı, bu tür bir ütopizmin de ifadesidir. Zira insan, genel gidişat hakkında bir öngörüye sahip olsa da, projeleri ve tahayyülleriyle Hakikatin uyuşumu/uyuşmazlığı hakkında bir öngörüye sahip olamaz ve ufkuna da çoğu kez asılsız kuruntular, Kuran’ın deyimiyle ümniyyeler koyar. “Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna ümniyyeler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir ve âyetlerini tahkim eder. Allah Alîm’dir, Hakîmdir.” (Hacc, 52) Resuller bile bu tür olmayacak beklentilere (ümniyye, ütopya) düşmekten kurtulamadıklarına göre, sair insanların ve hareketlerin buna düşmesi, çok da beklenmedik bir durum değildir. O zaman ise bir melekler şehri tasarısı şeytanî bir şehre, Tanrı Krallığı şeytanın krallığına dönüşebilecektir. Tıpkı faşist ve sosyalist ütopizmlerin vardığı sonuçlar gibi. “Kim tutup yeni bir cennet kurmaya kalksa, bu gücü, ancak kendi cehenneminde bulur.”[3]
Belki de bütün yanılgı fiziksel olgularla, bunların görece bilinebilirliğiyle, toplumsal olayların karıştırılmasındadır. İnsanın görece de olsa özgürlüğünün yol açtığı kestirilemezliklerde. H. Arendt da, bu tür kestirilemezlikler bâbında, devrimlerin devrimcileri bile devrime kazandıran bir öngörülemezlikle gerçekleştiğine değinir.[4] Öyle ki devrimin yükselen dalgası, onları cezaevlerinden, kütüphanelerden veya kötümser bekleyişlerinden devşirerek tarihin şafağına yükseltir. Danilevsky’ye göre de “tarihin süreci, keyfi insanî planlara göre değil (bu planlar onun ancak ikincil kalıplarını belirleyebilir), bilinçsiz tarih içgüdülerine göre ilerler.”[5] Buradaki “bilinçsiz içgüdü” tabiri bile, “irade”ye karşılık doğa biliminden alınmış bir terimdir. Oswald Spengler ise, Sorokin’in de teyit ettiği bir yaklaşımı savunarak, uygarlığın ön evresi olarak gördüğü kültürel evreyi, doğal bir çiçeklenmeye benzetir ve bunun, belli bir planlamaya, bir nedensellik zincirine bağlanamayacağını söyler. Ona göre de uygarlık evresi, yaratıcılığın, ruhun ve inancın yerini maddi ölçütlerin, değerlerin ve tekniğin aldığı bir çöküş evresidir.[6] Carl Schmitt’e göre de ütopizm, “düşünmeyi yer (topos)’e bağlı olmaktan çıkararak ve böylece düşünceyi yersizleştirerek nihilizmin merkezileşmesine ve evrenselleşmesine yol açar.”[7] Düşüncenin belli bir yere/yurda bağlanmışlığının Hegelist etkisini söylemeye ise bilmem ki gerek var mı?
Dolayısıyla insana düşen, kurgusal ütopyaların ardında enerjisini ve hayatını israf etmek yerine, kalbini Hakikatin seslenişine açık kılmaktır. Beşeriyet ise çoğu kez, olmayacak düşler olarak görülen ütopyalar veya Hakikat arayışları yerine, akıllarının, tutkularının ya da çıkarlarının erimleriyle kendilerini sınırlamak ister. Bu ise bir ömrün farklı bir şekilde heba edilmesinden, yani bizleri insanileştirecek olan yolculuk girişimlerinden uzak durmaktan başka bir anlam taşımaz. Çünkü insanın bilinçsel aydınlanmışlığı ve uyanıklığı, aklının salt çıkarları uğruna istimlâki için değil, kalbini[8] Hakikatin seslenişine açacak istikametteki seferlere çıkma cesaretini gösterebilmesi içindir