Amin Maalouf, geçen yıl yayımlanan Uygarlıkların Batışı kitabının (çeviren Ali Berktay, Yapı-Kredi Yayınları) girişinde şöyle diyor: “Tarihte ilk kez insan türünü başındaki her türlü felaketten kurtarıp bir özgürlük, kusursuz ilerleme, gezegen dayanışması ve paylaşılan refah çağına dinginlik içinde götürmenin araçlarına sahibiz; ama son sürat zıt istikamette ilerliyoruz.”
Tesadüfe bakın ki, Selahattin Demirtaş da, yakın zamanda çıkan romanı Leylan’da (Dipnot Yayınları, 2020), ana karakterlerinden Bedirhan’a “teknolojide yaşanan akıl almaz sıçramalar”ın “sadece sağlıkta, ulaşımda, eğitimde insanların yaşamını kolaylaştırmakla sınırlı kalmadığını, kalmayacağını” anlattırırken, aslında aynı meseleden sözediyor: “Silah ve savaş teknolojisini, siyaseti, hukuku, sanatı, edebiyatı, tarımı, turizmi, kültürü, yani her şeyi etkileyecek. Ve bunların hepsi de insanlığın yararına olmayacak.”
Bedirhan, “çoklu bilinç ortamı”nda buluştuğu eşi Sema’ya, şimdi anlatırsam romanın keyfini kaçıracağım için yalnız çok kritik, hayatî olduğunu belirtmekle yetineceğim pek özel ve olağandışı durumda, “İnsanların zaten kısıtlı olan özgür düşünebilme ihtimalleri giderek ortadan kalkıyor,” diyor, gizleyemediği telaş ve endişeyle. “Özgürce karar alabildiğini zanneden, kendini doğanın biricik hükümdarı gibi gören pespaye birer yaratığa dönüşüyoruz. Bir papatya ya da bir bakteri kadar bile özgür olmadığımızın farkında değiliz.”
“Son büyük saldırı”!..
Evet, Bedirhan çeşitli alanlar için gelecek endişesini somutlayarak devam ediyor: “Kültürler, medeniyetler, insanlığın binlerce yıllık ortak hafızası yeryüzünde birkaç kişinin insafına kalmış olacak. Peki biz ne yapacağız? Ezilenler, direnenler, ötekiler ne yapacak, Sema? Sendikalarımız, siyasal yapılarımız bile şah damarı kesilmiş hastaya bir parça tentürdiyotlu pamukla pansuman yapmaya çalışıyor.”
Nihayet Bedirhan kendini tutamayıp, sadece yaklaşan tehlikenin tasviriyle yetinemiyor ve mücadeleci kişiliği, kendisi en olmayacak durumdayken sahneye fırlayıveriyor: “Oysa her yerde harıl harıl geleceğin örgütlenme, direniş ve savunma modellerini tartışmalıyız. Kapitalizm sessizce, sinsice son büyük saldırısına hazırlanırken, biz oturup kapitalizmin kendi tarihsel süreci içerisinde çürüyüp çözülmesini bekleyemeyiz.”
Demirtaş’ın kahramanı, içinde yaşamaya başladığımız insanlık felaketi sürecini, ekonomiyi, toplumsal örgütlenmenin adaletsizliğini de aşan, hem geniş hem derin biryerlerden tarif ediyor: “Bildiğimiz anlamdaki insan türü kendi sonunu hazırlayıp yeni bir türe geçiş yaparken biz sadece izleyecek miyiz? Teknolojik gelişmelerin önü alınamayacağına göre bütün bu ihtimalleri gözeten ve daha özgür yaşama evriltmeyi hedefleyen mücadeleyi nasıl verebiliriz? Spinoza, ‘Zihin ve beden ayrı şeyler değildir, tek ve bütündür,’ diyordu. Şimdi zihni bedenden ayırıyorlar, böylece modern felsefe çöküyor, Sema.”
Harari’nin “kötümserliği”
Dünyanın zenginliği ve siyasî kararları belirleme gücünün bir avuç muktedirin elinde toplanmasına paralel olarak teknolojik gelişmenin seyrinin insanlığı nerelere doğru götürmekte olduğu konusunda bizi açık, anlaşılır ve etkili şekilde uyaran ilk büyük sinyal, Yuval Noah Harari’nin Sapiens kitabıydı (Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, çeviren Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap). Kitap, mecut dünya düzenini, dolayısıyla kapitalizmi ve uluslararası emperyalizmi insanlık sorununun eksenine oturtmadığı, sınıfsal bakış açısından yoksun olduğu gibi iddialarla eleştirilip önemsizleştirilerek, dünyanın gidişatına direnmesi beklenen, adaletli ve eşitlikçi bir gelecek isteyen grupların, hareketlerin gündeminde ciddî yer işgal etmesi önlendi. Uzak geleceği tarif etmekle, karşı çıktığını teşhir etmekle yetinmeyip, bugünden ilk adımların nasıl atılacağını bulmaya çalışan herkes gibi, ‘ortadan kaldırılması gerekeni veri almakla’ suçlandı. Oysa ortaya koyduğu gerçekler inkâr edilir veya önemsiz görülebilir cinsten değildi. Üstelik sunduğu derli toplu tasvir, her türlü siyasî-toplumsal mücadeleci için hayatî hareket noktaları barındırıyordu.
Harari’nin kitabı, özellikle aktif siyaset alanı dışında yine de büyük ilgi gördü, merak uyandırdı. Neredeyse artık birbirine de muhtaç olmayan muhteşem bireyler halinde yüceldiğimizi sanırken, hep birlikte asla hayal edemeyeceğimiz raddede aşağılanacağımız, bugünden baktığımızda “insanlıktan çıkma” diye nitelememiz gereken bir yakın geleceğin, hiç de umduğumuz, beklediğimiz gibi olmayan bir geleceğin bizi beklediği düşüncesi biraz da paniğe yolaçtı. Harari ardı arkası kesilmeyen konferanslara çağırıldı, kendisine aynı soru mutlaka her defasında canhıraş üslûplarla soruldu: Böylesine kötümser mi olmamız gerekiyor? Hiç mi umut yok.
İsrailli tarihçi, gördüğü ilgi ve tepkinin mâlûl olduğu kavrayışsızlık karşısında, başta olabildiğince geniş kesime hitap edebilmek için sözünü büründürdüğü renksiz ambalajı açtı, “Hep birlikte engel olamazsak, birşeyler yapmazsak başımıza gelecekleri anlatmaya çalışıyorum,” dedi cevaben. “Gidişatın ne yönde olduğunu gösteriyorum. Bütün bu belayı kendi başına açanlar olarak, elbette başka türlü hedeflerle başka türlü yollar da çizebiliriz kendimize.”
Umutsuzluk, denizler ve duvarlar…
Elbette bunun için önce, gidilen yön ve engel olunmazsa varılacak hedefin teşhisi konusunda anlaşmak lazım. Bundan da önce, böyle bir meselemizin olduğunu kabul etmek lazım. Ne yazık ki, eşitsizlik ve adaletsizliğin, bu kavramlarla dahi tanımlanamayacak hale geleceği, çünkü “insan” toplumunun aksi tasavvur dahi edilemeyecek olağan varoluş tarzı olarak şekilleneceği gelecek tehlikesine duyarsızlık, bu gidişata karşı ilk elden mücadele etmesi beklenecek kesimlerde yaygın. Mücadele varsa umut da vardır. Ancak içinde bulunulan durumun ve evrimin muhtemel yönü konusunda egemen eğilimlerin teşhisi yapılmaksızın da mücadele olamıyor, sonuçsuz kalan her girişim çaresizlik duygusunu pekiştiriyor.
Bu teşhise girişip giriş(e)memek, dünya çapındaki gidişata karşı direnme ve başka bir gelecek hayal edebilme kuvvetinin ete kemiğe bürünüp bürünemeyeceğini belirleyecek. “Gidişat” konusunu burada derinleştirmeyeceğim. Kabaca: İnsanlığın büyük kısmının “gereksiz” hale geleceği, “elimine” edileceği, yani ya ortadan kaldırılacağı ya da “surların dışında” bırakılacağı, pek ufak kısmınınsa her şeye hakim ve belirleyici olacağı, iyice daralmış bu üst sınıfın, birtakım işleri gördürmek üzere mecburen bulundurulan alt sınıf kalabalığından esirgenecek tekelleşmiş teknoloji ve organ nakilleriyle giderek daha az kusurlu kılınan organizmalara sahip olacağı, sınıfsal eşitsizliğin aynı zamanda biyolojik eşitsizlik anlamına geleceği, “akıl” ve zekânın paylaşımında da yaratılmış yeni eşitsizlik tarzının geçerli olacağı, günümüzün mavi ve beyaz yakalılarının yaptığı pek çok işe gerek, birçok dalda işçiye, mühendise, hattâ doktora ihtiyaç kalmayacağı, karanlık bir distopik ortamdır, önlenemezse varılacak yer.
Uygarlıkların Batışı kitabında Amin Maalouf, günümüz dünyasına daha çok Ortadoğu ve Arap halklarının yaşadıkları, yaşayamadıkları, kendilerine yaşatılanlar ve başkalarına yaşattıkları açılarından bakıyor ve teknolojik, ekonomik, toplumsal koşullardan önce, bir çeşit toplu ruh halini anlamaya, anlatmaya çabalıyor. Tarihte zaman zaman karşımıza çıkan toplu intiharlara sözü getiriyor Maalouf, “Ne var ki,” diye devam ediyor, “şu yüzyılda tanık olduğumuz hadise bunun ötesine geçiyor. Milyonlarca insanın umutsuzluğun pençesine düşmesi ve aralarından çok sayıda kişinin intihar eylemlerini benimseyecek noktaya varması; böyle bir şey tarihte asla görülmedi ve bana öyle geliyor ki, Arap-Müslüman dünyanın bütününde olduğu gibi, diasporalarının yaşadığı tüm ülkelerde de gözlerimizin önünde cereyan etmekte olanların gerçek mânâsı henüz tam anlaşılamadı.”
Haklı. Anlaşılamadı. Çünkü “hadise”ye bir insanlık problemi olarak değil, neredeyse gündelik, basit siyasî, bilemedin bölgesel, ırksal mesele gibi bakılıyor.
Maalouf, “Bir insan yaşama isteğini kaybederse,” diye sürdürüyor, “ona yeniden umut vermek yakınlarına düşer. Başkasını ve kendini yok etme arzusu büyük insan topluluklarını istila ettiğinde ise derman bulmak bizlere, çağdaşlarına, diğer insanlara düşer. Bunu Öteki ile dayanışma duygusu içinde yapmasak bile, en azından hayatta kalma arzusuyla yapmalıyız. Çünkü çağımızda umutsuzluk; denizleri, duvarları, tüm somut veya zihinsel sınırları aşarak yayılıyor ve önüne set çekmek kolay değil.”
Eski sandıkları kaldırmak
Nâçizâne, umutsuzluğun temel kaynağının giderek zemini ve imkânı kalmayan varoluşlara, eskimiş ölçütlere, alışıldık-bildik hayat reçetelerine şuursuzca ısrarla bağlanma olduğu kanısındayım. Yani “şah damarı kesilmiş hastaya bir parça tentürdiyotlu pamukla pansuman yapma” durumu. 20. yüzyıl başının sosyalist hareketleri, meselâ, işçi hareketleri, egemenler karşılarına askerleri dikip, üzerlerine kiralık katilleri, grev kırıcıları salıp bin türlü terör estirdiklerinde mücadeleden vazgeçmiyorlardı, çünkü bariz haksızlıkları gidermek için didiniyor olmanın haklılığına, düşman ne yapsa kaybolmayan umut eşlik ediyordu. İnsanların sosyalizme bağladığı umutları helak edenler kahrolsun! 1968’de, önce Batı dünyası, sonra da dalganın oradan yayılmasıyla Batı’ya bir şekilde dokunan herkes ve her yer sallanır, altüst olurken, insanlar yalnız direnme peşinde değildi; daha iyi bir geleceğe dair umutla, ısrarla kendilerini sokaklara atıyorlardı. Benim kuşağımdan, 1980’ler öncesinde bir şekilde toplumsal mücadelelere katılmış herkesin haleti ruhiyesinde, bugün bile kimi zaman ayakta kalmayı sağlayan son dayanak işlevi gören bir şey vardır. Nedir acaba o “şey”?
Umudun, âdetâ bahar esintisi veya sağaltıcı yağmur gibi, gökten, yukarıdan geldiği kanısında değilim. Bu kendi düşüncesine, taleplerine, haklılığına, elbette itirazına ama aynı zamanda geleceğe yönelik yapıcılığına güvenenlerin yarattığı enerjinin büründüğü biçimdi. İtiraz ettiği şeyi teşhis etmiş, tanımış, kabullenmeyen ve onun yerine istediği şeyi de ilkesel olarak -asla vazgeçilmeyecek yönleriyle- bilenler var etmişti, öyle o kadar genel bir umut havasını.
Şimdi neden insanlık topluca umutsuzluk içerisinde? Bunun şüphesiz pek çok derin sebebi vardır. Bu sebepleri bulacağımız karanlık mağaranın girişini kapatan kaya hakkındaysa tahminim belli: Gidişata dair bilemezlik. Ve nâçizâne iddiam o ki, siyasî-toplumsal itiraz ve direniş potansiyelini kişileştiren gruplar, hareketler, topluluklar, ufak tefek, bölük pörçük iktidar konumlarını riske etmemek için kıpırdamadan üzerinde oturdukları eski sandıkları, hatıralarına hürmeten uygun yere kaldırıp bugün karşı karşıya olunan hakiki tehlikeyi kavramaya girişirlerse, kavradıkları oranda buna karşı yapılabileceklere dair mücadele yol ve yöntemleri geliştirebileceklerdir. Bu başlıbaşına umut toprağı. Umudun yetişebileceği başka toprak da yok.
Eskileri sandıklarıyla göz önünden kaldırmanın hiç sakıncası olmaz; bu kimseyi yolundan saptırmaz. Terk edilmemesi gerekenler, değişik zamanlarda çıkarılmış değişik kimlikler değil, eşitlik ve adalet, dayanışma ve özgürlük değerleridir. Bunların ne olduğunu bile hatırlamayacak, anlatılsa dahi kavrayamayacak bir insanlık istemiyorsak gidişatı kavramalıyız.
P24 Blog