BASIN AÇIKLAMASI
İSTANBUL, 15.03.2025
TÜRKİYE’NİN AYAĞINI BAĞLAYAN KAVMİYETÇİLİK PRANGASINI PARÇALAMALIYIZ
1 Ekim 2024 tarihinde TBMM’nin yeni yasama yılı açılışında, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM’de DEM Parti Grubu’nun sıralarına giderek milletvekilleriyle sohbet edip tokalaşması ve ardından 15 Ekim ve 22 Ekim’de meclis grubunda yaptığı konuşmalar ile Başkan Erdoğan’ın “terörsüz Türkiye” söylemi ve PKK lideri Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihinde PKK’ya “silah bırakma ve örgütü feshetme” çağrısıyla Türkiye yeni bir sürece girmiştir. Devlet, ortaya çıkan küresel ve bölgesel yeni şartları dikkate alarak 10 yıl önce yarım bıraktırılmış Kürt meselesini tamamıyla çözmek üzere harekete geçmiştir.
Gelinen süreç, Türkiye’yi uzun süredir meşgul eden terör meselesini kökten çözme sürecidir.
Bu süreç, başta ABD olmak üzere şer ittifakının asla hoşuna gitmemiştir. Şer ittifakı, “Büyük Ortadoğu” ve “Büyük İsrail” projeleri kapsamında, taşeronları/Truva atları ile birlikte bölgenin haritalarını yeniden kanla çizmeye çalıştığı bir dönemde böyle bir mutabakatın sağlanması çok önemlidir.
Bu süreçte dikkate alınması gereken önemli bir husus şer ittifakının yol boyu PKK’ya alternatif, farklı isimlerde yapılar inşa etmiş olmasıdır. Suriye’nin kuzeyinde oluşturulan PYD/YPG/SDG böyle bir stratejinin ürünüdür. Bunlar, PKK’nin isim değiştirmiş örgütleridir. Nitekim ABD -sinsi tezgâhı ile- PKK’yı terör örgütü ilan ederken PYD/YPG/SDG’yi büyütmüş ve meşru hale getirmeye çalışmıştır. Suriye’de ABD kontrolünde olan SDG lideri Mazlum Kobani’nin önce ABD Merkez Kuvvetler Genel Komutanı Michael Kurilla ile görüştükten sonra ABD askeri helikopteri ile Şam’a giderek Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara ile görüşmesi ve anlaşma yapması, bunun en canlı örneği olup tehlikenin boyutlarını göstermesi açısından çok önemlidir. O nedenle PKK ve Kandil; ‘Kendimi feshettim!’ dese bile şer ittifakı bölgede terörü bitirmeyecektir.
ABD ve İsrail’in PKK/ PYD/YPG ile Suriye’de kurgulamış olduğu bu kirli oyun, bir bölgesel kaos stratejisi üzerine inşa edilmiştir. Bu nedenle bu coğrafyada terörün sona ermesine kolay kolay razı olmayacaklardır. İsrail’in arz-ı mev’ud (Nil’den Fırat’a vaat edilmiş topraklar) emeli vardır. Bunun için sözde bir “Bağımsız Kürdistan” / “Yeni Bir İsrail Projesi” hedefini kendi ideali için araçsallaştırmaya çalışmakta ve dört ülkenin bölünmesini sağlamak için PKK/ PYD/YPG’yi Truva atı olarak kullanmaktadır. Bugün Kürtler diyen İsrail/şer ittifakı yarın Kürtler, Zazalar ve başka isimlerle Kürt halkını daha alt katmanlara bölmek için harekete geçecektir. Bu gerçek, asla unutulmamalıdır.
ESKİ YANLIŞLARA DÜŞMEMEK GEREKİYOR…
Çözümsüz geçen yıllar ülkemiz için maalesef büyük kayıplara sebep olmuştur. Bugün bölgenin gerçekleri bizim bu meseleyi acilen çözmemizi gerektiriyor. Daha önce başlatılan çözüm süreçlerinin başarısızlığa uğratılmasında, nelerin eksik ve yanlış yapıldığı yeniden değerlendirilmeli ve gerçekçi bir öz eleştiri yapılmalıdır. Zaman zaman girişilen çözüm teşebbüslerinde sürekli masanın devrilmesinin sebepleri sorgulanmalıdır. Türkiye ne zaman çözüme yönelik bir adım atsa, ne zaman kritik bir dönüm noktasına gelse hemen şer ittifakı ve onların hain yerli işbirlikçileri harekete geçmekte, sosyal fay hatlarını enerji ile doldurmaya çalışmakta olduğu gerçeği, göz ardı edilmemelidir.
Geçmişte PKK gibi yapıların ortaya çıkmasına, sürekli insan kaynaklarına sahip olmasına ve terör örgütünün politikalarını hayata geçirebilmek için parti ve STK’ların kurulmasına imkân sağlayan sosyokültürel, sosyoekonomik problemler ciddi bir şekilde ele alınarak bu sorun değerlendirilmemiştir. Bu ülkede “Kürt yoktur.” Yaklaşımının. sorunun ana kaynağı olduğu asla unutulmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren uzun bir süre Kürtleri yok saymıştır. Kürtçe diye bir dilin varlığını inkâr ederek öğrenilmesini ve konuşulmasını yasaklamıştır. Selçuklunun ve Osmanlının çok rahat kullandığı “Kürt” ve “Kürdistan” sözcüklerini kullananlar cezalandırılmıştır.
Kürt meselesi, 100 yıllık bir dönemde Batı kültür ve medeniyet değerleri üzerine inşa edilmeye çalışılan yeni Türkçülük akımı ile kurulan ulus devletin tercihlerinin ve uyguladığı politikaların bir sonucudur.
Cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan laikçilik, ulus-devlet paradigması ve bir kavmi kimliğin üst kimlik haline getirilmesi; “Dillerimizin ve renklerimizin ayrı olması Allah’ın ayetlerindendir.” (Rum: 22) ilahi buyruğuna aykırı hareket edilerek farklı kimlikleri inkâr, imha ve tenkiller şeklinde icra edilen zulümler ülkemizin aleyhine olmuş, uluslararası güçlerin ve emperyalizmin temsilcilerinin eline koz verilmesine sebep olmuştur.
Bugün gerçekçi bir çözüme ulaşabilmek için Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun zihin yapısına yaklaşımına ilişkin aşağıdaki itiraf gibi açıklamalarının dikkate alınması gerekmektedir:
“Deniz Kuvvetleri eski Komutanı emekli Oramiral Salim Dervişoğlu: Ekonomik adımları atmadık, Kürtleri kültürel bakımdan ülkeye entegre edemedik, asimile etmeye çalıştık. Yeni bir entegrasyon politikası belirlemeliyiz. Yapamadık bunları… İşe, kendi içimizdeki ekonomik, kültürel, sosyal bölünmüşlüğü ortadan kaldırarak başlamak lazım.” (Gündem, M., 16-17.03.2009 Zaman, Salim Derviş oğlu ile Yapılan Röportaj)
“Kara Kuvvetleri eski Komutanı emekli Orgeneral Aytaç Yalman: Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938'den 1970'e kadar terör yok. Sosyal sorun dönemi dediğim bu dönemdir. Aslında Türkiye'nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görülmesi ve doğru okunması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada sorun çözülebilseydi çok daha iyi olurdu. Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun, 'kendini ifade' olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor.
Oysa, bizler o dönemde, 'Kürt yoktur.' diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile, biz 'yıkıcı faaliyetler' kapsamında görüyoruz.
Biz olayın sosyal yönünü görmemişiz, dolayısıyla sorunu zamanında görmemişiz." (Bila, F., Komutanlar Cephesi, Detay Yayıncılık, İstanbul, 2007, s:197-211; 110-116)
“Emekli Cumhurbaşkanı Orgeneral Kenan Evren: Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik? Ben Devlet Başkanı'yken, bir köyde ilkokula gittim. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor… 'Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş?' dedim. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.” (Age.)
Yukarıdaki itiraflar göz önüne alındığında mesele, yalnızca PKK ve yandaşlarının silah bırakması ve çatışmaların durması olarak ele alınırsa kesin çözüme ulaşılamayacak, sadece sorun ertelenmiş olacak, daha büyük ve daha derin sosyal fay hatlarının ortaya çıkmasına sebep olacaktır.
Kürt meselesinde bugüne kadar yapılmış en büyük hata meselenin terör ve güvenlik çerçevesine sıkıştırılarak PKK ile silahlı mücadeleye indirgenmiş olmasıdır. Problemin yıllardır bir türlü çözülememesinin nedeni de bu yanlış yaklaşımdadır. Meselenin başlangıcından beri tarihsel, siyasal, kültürel, ekonomik ve sosyolojik boyutları olduğu görülmemiş ya da görülmek istenmemiştir. Kürt sorununun, Kürtlerin varlığını bir tehdit olarak görmekle bir çözüme ulaşılamadığı ortadadır.
Dikkate alınması gereken çok acı bir gerçek, Kürt sorunundan nemalanan tüm kesimler sorunun devamını istemiş, çözüme yönelik çabaları sonuçsuz bırakmaya çalışmışlardır. Bu kesimler, uyuşturucudan ve silah ticaretinden büyük paralar kazandıkları için çatışmanın devam etmesini istemişlerdir. Siyonistlerin değirmenine su taşıyan Kürt siyasetinin derinleri ile Türkiye siyasetinin derinleri el ele vererek ve birbirlerinden beslenerek -maalesef- bu ülkeyi cehenneme çevirmişlerdir. Gelinen süreçte bu gerçek asla unutulmamalıdır.
BU SORUN İSLÂM’LA ÜMMET ŞUURU İNŞA EDİLEREK ÇÖZÜLÜR…
Türkiye Cumhuriyeti pek çok farklı dillerin, dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşadığı bir imparatorluğun bakiyesidir. Yeni süreçte çözüm, bu gerçek üzerinde inşa edilmeli, alt kimlikleri ret eden bir yaklaşım içinde bulunulmamalıdır.
Sorunun çözümünde, muhatap sadece Öcalan ve DEM Partisi olmamalıdır. Çözüm sürecinin başta İslâmî kesimler olmak üzere tüm toplumsal katmanları kuşatması, sürece dâhil edilmesi ve hassasiyetlerinin dikkate alınması gerekir. Özellikle bölgede halk üzerinde etkin olan âlim, kanaat önderi, cemaat ve diğer partiler de muhatap alınıp sürece dahil edilmelidir.
Bu çözüm sürecinde iktidarı ve muhalefeti ile toplumun tüm katmanlarını birleştirecek, buluşturacak en güzel tarzda bir dil ve söylem geliştirilmeli ve kullanılmalıdır:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et!” (16 Nahl 125)
Türkiye’yi 40 yıldır meşgul eden, gücünü tüketen, vatan evlatlarının hayatına mal olan etnik/kavmiyetçi fitnenin son bulması elzemdir. Bugün başta Türkiye olmak üzere bölgenin geleceğini tehdit eden en dip tehlikenin kavmiyetçilikten kaynaklandığı görülmeli, ona göre duygusallıktan uzak şuurlu bir yol haritası ortaya konulmalıdır.
Peygamberimizin, “Kavmiyetçiliğe davet eden bizden değildir.” hadisi ve Veda Hutbesindeki “Asabiyetçilik ayaklarımın altındadır.” mealindeki sözleri, çözüm sürecinin ağırlık merkezi olarak ele alınmalıdır.
İslâmî değerlere aykırı hiçbir çözüm modeli, Müslüman Kürt halkı nezdinde bugüne kadar bir karşılık bulmamış ve bundan sonra da bulmayacaktır. Bu sebeple, Kürt sorununun da temel, kalıcı, sahici ve adil çözümü için öncelikle ve mutlaka İslâmî kimlik sorununun çözülmesi, bütün insanları adaletle kucaklayıp eşit haklara sahip kardeşler kılan İslâmî sistemin esas alınması, kavmiyetçi/ulusalcı resmî ideolojinin ve dayandığı Batıcı, seküler, modern paradigmanın döktüğü kanlar ve yaşattığı acılarla beraber tarihin çöplüğüne atılması gerekir.
Akan kanın, yaşanan ıstırapların bir an önce durması için bir zulüm kaynağı olan başta Kürt ve Türk kavmiyetçiliği/ulusalcılığı olmak üzere tüm kavmiyetçilikleri, ırkçılıkları reddederek, vahyin adil potasında herkesi adaletle kucaklayıp bütünleştirmek, gidişatı doğru okumak ve stratejik aklı kullanarak kaybettiğimiz ümmet bilincini yeniden inşa etmek ve bu yaklaşımı tüm İslâm coğrafyasına yaymak gerekmektedir.
Türkiye'de yüzyıllarca birlikte yaşayan farklı unsurları bir arada tutan harç İslâm’dır. Olay kültürel, psikolojik, sosyolojik ve değer sistemi boyutlarıyla ele alınmalıdır. İslâm kardeşliği bizi bir arada tutmaya ve birlikte yaşatmaya her zaman yeterlidir.
Kürt meselesinin çözüm yolu bugüne kadar göz ardı edilen İslâmî bakış açısı ve tarihi tecrübesinde aranmalıdır. Bugüne kadar Kürt ve Türk halklarının karşı karşıya getirilerek çatıştırılması planlarının tutmamasının en büyük nedeni her iki halkın da Müslüman oluşudur.
O nedenle 40 yıllık sürecin inşa ettiği kin ve nefretle hareket edilmemeli, mesele adalet merkezli olarak ele alınıp çözülmelidir:
“Ey iman edenler, adil şahitler olarak Allah için, hakkı ayakta tutun.
Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (5 Maide 8)
«Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır.» (38 Sad 26)
Bir ve bütün olmanın yolu, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaktan geçmektedir.
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz Onun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” (3 Al-i İmran 103)
Unutmayınız;
“Fitne katilden beterdir…” (2 Bakara 217) ayeti ile
Merhum Mehmed Âkif’in şu mısraları:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.” Ve
Şeyh Edebali’nin şu veciz sözü, çözüm sürecinin ağırlık merkezi olarak ele alınmalıdır:
"İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN!”
UMRAN KÜLTÜR VE MEDENİYET HAREKETİ