Taha Abdurrahman’a göre zaman ikiye ayrılır: Teknolojik zaman ve ahlaki zaman. Teknolojik zaman dünyaya hükmetme imkânı veren ve milletler arasında değişen bir zamanken, ahlaki zaman vahyin inmesiyle sahibini bulur. Son vahyin sahibi Müslümanlar olduğuna göre ahlaki zaman onların uhdesindedir. Dolayısıyla modernitenin ahlaki bağlamda ifsat ettiklerini ıslah etmek Müslümanlar için bir düşünsel konfor değil, bir dinî vecibedir. Gelgelelim yaklaşık üç asırdır Müslümanlar, çağlarının bağlarına ve mahkûm edildikleri süreçlere maruz kalarak kendilerine ait bir anlam dünyası kuramamışlar, nihayetinde inşa etmedikleri bir dünyaya maruz kalarak varoluşlarını zedelemişlerdir. Bu maruz kalma durumu, failliği değil edilgenliği başka bir deyişle nesneleşmeyi beraberinde getirmiştir. Dijital dünyada varolma saikiyle hareket eden kişilerle sohbetleri bu âleme “caps” olma malzemesi sunmanın ötesine geçemiyor.
Günümüzde tüm toplumlarda bencillik, atomizasyon ve narsisizmin yükselişi küresel bir olgudur. Sosyal medya hemen herkesi aslında özünde bir işletme gibi çalışan birer üreticiye ve girişimciye dönüştürmektedir. Sosyal medya dinden siyasete, eğitimden kültüre toplumu ve topluma ait olan her şeyi tüketen ego kültürünü küreselleştiriyor. Şurası açık bir hakikattir ki, sosyal medyada kendimizi üretiyoruz ve sürekli teşhir içindeyiz. Bu öz-üretim, egonun bu süregelen “teşhiri” bizi yoruyor ve bunalımdan bunalıma sürüklüyor. Mevcut krizlerin sebebi ise esasında insanoğlunun gaybî olanla alakasını koparılmasıdır. Bu krizlerden kurtulmanın yolu ise hiç kuşkusuz asli mercie, insana varlık bahşeden Yaradan’a dönmektir.
Korona salgını ile ilgili esrarengiz olan durumlardan biri hastalığa yakalananların aşırı yorgunluk ve hâlsizlik çekmesi. Hastalık kalıcı yorgunluğa birebir benziyor gibi görünüyor. Hastalığı atlatan ancak uzun vadede şiddetli belirtiler yaşamaya devam eden hasta sayısı giderek artmakta. Bu belirtilerden biride kronik yorgunluk sendromu. Koreli düşünür Byung-Chul Han Yorgunluk Toplumu adlı kitabında yorgunluğu neoliberal başarı toplumunu etkileyen bir hastalık diye tanımlamıştı. Kimileri buradan kimileri başka göstergelerden hareketle din yorgunluğu söylentisini dolaşıma soktular ve bu kavram oldukça rağbet gördü. Fakat şu soruları gündeme getirmediler: İnsanlar yorulabilir, dindar yorulabilir, dinî odaklı kurumlar yorulabilir. Yorgun insanı, yorgun toplumu anlarız da ne demek yorgun din? Dini hesaba çeker gibi din yorgunluğundan bahsetmek idraksizliğin de ötesinde meseleyi tam anlamıyla kavramamaktır aynı zamanda. Hâlbuki asıl hesaba çekilmesi gereken din değil,bu öngörüsüzlük ve dinle kurulan ilişkinin emanet paradigmasından uzaklaşmasıdır.
Yorgunluğun olması için belli bir dönemde ciddi anlamda dinle hemhâl olmak, onunla uğraşmak ve onun gündelik hayatın repertuarına dâhil etmek gerekir. Yorgunluk tartışmalarındaki kasıt dinin modern bağlamdaki sorunlarına göndermede bulunmaksa şayet, dinin üç yüz yıldır yorgun olduğu söylenebilir. Ki sekülerleşme tezleri zaten bunu ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle din yorgunluğu bu hâliyle sekülerleşme tezlerinin yeni bir versiyonu gibi durmaktadır. Dolayısıyla yorgunluk dinde değil, Müslümanlardadır ve bu yorgunluğun önemli nedenlerinin başında moderniteye uyarlanma konusu gelmektedir. Genelde insana konfor sağladığı kabul edilen modernite, İslâm ile ilişkiye getirildiğinde yorucu sorunlar türetmektedir. Modernite, sunduğu konforla insanlığı yorup ırmaktadır. Postmodern çıkışlar, mesiyani düşünce tarzı bir Batı kültür kodu olmasına rağmen bir modernite yorgunluğudur.
Konu üzerinde duran bazı yazarların da altını çizdiği gibi retorikten ilk anlaşılan, mevcut modern kültür ortamında dini anlama ve güncel sorulara cevap vermede çekilen sıkıntılar ve özellikle yeni nesle dini sunma noktasındaki eğitim sorunlarıdır. İyi de din ile ilgili soru ve sorunlardan, din eğitimimizdeki başarısızlıklardan, dolayısıyla gençliğin dine kayıtsızlığından ve hatta bir karşıt tavır üretmesinden söz ediyorsak bu sorunları yorgunluk kavramıyla anlatabilir miyiz? 1960’lı yıllardan sonra Türkiye’de meydana gelen dinî canlanma iç göç gerçeği dikkate alınarak açıklanmalı ya da en azından son zamanlarda yapılan dindarlık tartışmaları Türk sosyal yapısının henüz köyden kente evirildiği gerçeği gözetilerek yapılmalıdır. Köyden kente gelen birinci ve ikinci nesilden kaynaklı dinî canlılık kentli sürece evirilen üçüncü ve dördüncü jenerasyonla birlikte kentin havasına eklemlenmekte ve yeni biçimlere dönüşmektedir. Bir önceki dindar kuşaktan farklı olarak ülkedeki düzenin normalleşme momentine girmesiyle beraber iyi eğitim alan, çeşitli imkânlara kavuşan ve uzun süreli bir muhafazakâr iktidarla yönetilen Z kuşağının kendinden önceki kuşaklardan farklı alanlara yönelmesi, dindarlıklarının içerisinde keskin olmayan birtakım tipolojiler sergilemeleri beklenilebilecek bir durumdur.
Bu bakımdan mesele, Müslümanların İslâm algısının yetersizliği, mevcut dünyada kendini konumlandırmadaki sıkıntısı, dolayısıyla yeni nesli yetiştirmedeki başarısızlığıdır. Kısaca İslâm algısındaki sorunlar, tebliğ noksanlığı ve çok daha önemlisi seküler ahlak teorilerinin insanlığı karşı karşıya bıraktığı büyük krizleri çözme imkânlarını barındıran vahiy temelli bir ahlak inşa edilememesidir. Bunların farklı çağrışımlar taşıyanbir retoriğe bağlanmasının doğru olmayacağı açıktır. Öte yandan gençlerin, dindar görünümlü bazı büyüklerinin dine aykırılık teşkil eden davranışlarından etkilendiği de bir başka gerçek.
Herkesi dışadönük yapmak, her zaman dışarıya çıkmaya zorlamak modern toplumların doğasında var. Bu yüzden kendini illüzyona yani sanala kaptıran dijitalleşmenin muhatabı bireyler hakikatin yitimi ile karşı karşıya kaldılar. Kendisinin ve buyruklarının hakikat olduğunu ifade eden dinin tercih edilme ihtimali sanal düzlemde zayıflamıştır. Dinin görünüm alanını dijital dünya şeklinde kabul etmek dinin de istenildiği şekilde manipüle edilecek bir veri olması sürecini değiştirmeyecektir.
Ne var ki tüm bunların ötesinde din yorgunluğu denilince, din bu çağın ihtiyacına cevap veremiyor, kendini tazeleyemiyor anlamı çıkmaktadır. Bu şekilde olumsuz kullanılan kavramların yuvarlanıp maksadı aşarak zarar verir bir noktaya gelme ihtimali ise hayli yüksektir. O yüzden işin gelip dayandığı yer doğrudan dinin bir eksiği ve yanlışı varmış gibi bir noktaya evriliyorsa bir değil bin kez düşünmek gerekmektedir. Ehrama taş taşımak yerine yüz yüze görüşmek, muhabbet etmek ve emojilerin dünyasından koparak kişilerin kelamına ve simasına yabancılaşmamak lazım.
Dolayısıyla kendi toplumsal sorunlarımızı konuşup tartışmak ne kadar doğru ise onları kendi ana değerlerimizi zedelemeden ve aşağılamadan ifade etmek ve bu değerlere düşman olanların değirmenine su taşımayacak bir tarzda gündeme getirmek de o kadar doğrudur. Başka bir deyişle, bu meseleleri sanki sorunları tespit edip dinî değerleri savunuyorum adına gündeme getirmek, kendine ve değerlerine düşman insanlara malzeme taşımak, onların saldırılarına müsait atmosfer oluşturmak hiç de doğru bir tutum değildir.
Bu vesile ile Kurban Bayramı’nızı tebrik eder, Kur’ân’da zikredilen şahitlik, emanet ve risâlet misaklarını yeniden hatırlamamıza vesile olmasını Rabbimizden dileriz.
Yeni sayımızda buluşmak üzere…
Kaynak: umrandergisi.com.tr